30 Aralık 2008 Salı

bernarda alba'nın evi

bu adam alıyor biletleri sonra bi şeyler çıkıyor, gidemiyor oyuna.. göksel bu kez yarini görmeye ankara’ya gittiği için cumartesi akşamı “bernarda alba’nın evi”ne ben konuk oldum, kadınlar arasına düştüm..

gecen seneden aklımdaki bi oyundu lorca'nın bernarda alba'sı.. akla kara’da engin alkan’ı kendine özgü dublajıyla izlerken de nasıl yönettiğini merak ederdim.

haldun taner’deydi oyun. salona girdim, koltuğuma geçerken kulağıma o çok tanıdık melodi çalındı.. bi filmden, konuş onunla’dan.. ben belki bir sene her gece konuş onunla filminin müzikleriyle uykuya daldım. hatta hala en güzel uyku albümüdür benim için.. bernarda alba da yumuşak bir sesin o müzikler üzerine okuduğu metinle karşılıyor izleyici. lorca’nın orijinal oyununa mı ait, alkan mı eklemiş bilemedim.. çünkü doğrusu pek dinleyemedim ben, belki daha çok müziği duymak istediğimden belki gerçekten o hengamede gümbürtüye gittiğinden…

bernarda abla özellikle ikinci perdesiyle beğendiğim bi oyun oldu.. şaşırtıcı değil, neyle karşılaşacağınızı az çok tahmin ediyorsunuz.. ama sağlam bi metin, aksamıyor. gücünü hissediyorsunuz..

birkaç oyuncu özellikle öne çıkıyor.. bir ikisi de ne yazık ki kötü oyunlarıyla göze batıyor.

oyuncular demişken, gecen sezon ayça telırmak oynuyordu bernarda alba rolünü, haziran’da aramızdan ayrıldı.. şimdi onun anısına sahneleniyor..

ve yeliz gerçek.. deri ceket’ten sonra burada da yeliz gerçek’e rastladım. sonradan girmiş kadroya. hatta ibb şehir tiyatrolarının sitesinde hala oyuncular arasında değil, asistan olarak adı var. daha önce kim vardı adela rolünde bilmiyorum-şimdi öğrendim aslı altaylar oynamış- ama iyiki yeliz gerçek’e yer açılmış.. seviyorum onu sahnede..tanıyan varsa söylesin..

28 Aralık 2008 Pazar

kürklü merkür

tuhaf.. tarık, işi gereği arada bir istanbul’da olur.. biz de o buradayken buluşmaya çalışır, bi yerlerde oturur laflarız. geçen akşam fırsatını bulduk görüştük. ama ben aynı gün dot’a gitmeyi kafama koyduğumdan tiyatroyla hiç arası olmayan tarık’ı da peşimden sürükledim. zavallı, davetime pek itiraz etmedi, ben de nasıl bi oyunla karşılaşacağımızdan hiç söz etmedim.. gittik, kürklü merkür’e izledik..

oyun öncesi tarık demişti ki “niye devlet tiyatrosuna gitmiyoruz?” (soru daha çok bilet fiyatıyla ilgiliydi gerçi) ben de açıklamıştım: devlet tiyatrosu bu oyunu oynamıyor.. oynaması da imkansız zaten.

iki saatten uzun süre, aralıksız dayak yemiş gibi oluyorsunuz oyunda.. gencecik oyuncular mükemmel performans sergiliyor. ben zaten tiyatrocuların ezberlerine, konsantrasyonlarına hayranım, bu oyunda soluksuz upuzun repliklerde bile hiç teklemeden, etkiyi kaybetmeden oynamalarına sadece şapka çıkarılır.. en başta, iki kardeşi oynayan rıza kocaoğlu ve serkan altunorak.. sonra tüm naifliğiyle tuğrul tülek.. ve enis arıkan.. yapmacıksız, abartısız bir travesti canlandırmasının türkiye’deki belki de en iyi örneği vardı sahnede.. diğer oyuncular da iyiydi.. yönetmen murat daltaban işte.. yine düşünülüp seçilmiş vurucu bi oyun.. çok çalışılmış ve iyi yönetilmiş.

ama sonuç olarak bu oyunu “herkes izlemeli” diyemeyeceğim tabi.. çünkü çoğu kişiyi rahatsız edecek kadar sert bi kere.. replikler bol küfürlü. klasik bi hikaye değil, söz etmedim ama konu da karanlık (wikipedia’dan bi fikir olarak: yıkımardı bir dünyada, hayatta kalmaya çalışan geçmişsiz ve geleceksiz gençler, hayatlarını partiler düzenleyerek ve kelebek satarak kazanmaktadır. ancak bu partilerde, zenginlerin her türlü sapkın fantezisi gerçekleştirilmektedir. örneğin, oyun boyunca hazırlıkları sürdürülen partide, bir şirketin üst düzey yöneticisi, bir oğlan çocuğuna tecavüz edecek ve sonunda onu vahşice öldürecektir).. iki saat aralıksız dayanmak zor olabilir tabi. ama benim gibi devlet tiyatrolarıyla tiyatronun gereksizliğine inanmaya başladığınız bi sırada, farklı oyunlar ve sahnelemeler heyecanınızı geri getirmişse bu oyun da mutlu edebilir sizi.. tarık izlediğine pişman, o ayrı..

20 Aralık 2008 Cumartesi

beni düşünmemiz gerek

anlamak için iki kez okunması gereken bi oyun adı.. bi kerede anlayanlarla gurur duyuyorum..

beni düşünmemiz gerek, sinan çetin’in plato film okulu öğrencilerinin eseri.. küçücük bi sahnesi var okulun ve az koltuklu bi salonu. ama hepsi dolu.. hatta sandalyeler iliştiriliyor kenarlara. hangi güdülerle geldiler kim bilir oyunu izlemeye?..

ben?..
plato’nun sitesinde, “oyunda olaylar gözünü para hırsı bürümüş ve bu uğurda cinayet planlarından bile kaçınmayan İffet karakteri ekseninde dönüyor. günümüz cihangir'inde, lüks bir evde başlayan ve çağımızın “yeni fakirler”inin hikayesini kara komedi tarzında izleyiciye sunan oyunun…” yazıyordu.. bu tanıtım tavladı beni.. ne kadar da kolay oyuna gelirmişim?

komedi sonuçta.. abartılı, absürd karakterler. sürekli çevresinde dönülen, genel olarak klasik bi hikaye.. oyuncular eğleniyorlar, bazı izleyenler de ama işte gerçekten bi okul müsameresi kadar olmuş. bereket, sıranın sonunda duvar kenarında oturuyordum, yoksa sonlara doğru çıkıp gitmeyi düşündüm ciddi ciddi.. hani uyuduğum tiyatro oyunu var benim, yarısında çıksam ne olurdu bilmem..

neyse her oyunda bi emek var elbette.. onun için alkışlamadan gitmek de sinmezdi içime.. benim alkışlarım daha çok polisi oynayan arkadaş içindi.. ona güldüm bir tek.. plato’daki hocalarından da biraz esintiler vardı sanki oyununda. bi de ayşe hala karakterindeki oyuncu… belki tecrübesi daha fazladır, yaşı büyükçeydi belli çünkü.. kısa rolünde o da fark ettiriyordu kendini.. (ya isimleri geçti oyunun başında ama not alma şansım yoktu, sitede de toplu halde yazmışlar)

nasıl yorumlarsınız bilmem ama bi şey daha yazayım da son olsun. beni düşünmemiz gerek’in en iyi yanı hayko cepkin’in yaptığı müzikleri..

19 Aralık 2008 Cuma

ordan burdan

bayram ertesi izmir'deydim, özlemişim.. kıbrıs şehitlerinde lokma dağıtıyordu birileri yine.. kordon her zamanki gibi iyi geldi.. bırakıp kaçtım ya istanbul'a, izmir ayrı. dönücez bi gün..
sonra iki günlük ankara.. nasıl bi soğuk o öyle! hep böyle mi olurdu? unutmuşum.. nasıl unutursam? ne çok şey yaşadık ankara'da!..
benim gibi ankara'yı ihmal edenlere haberler: kavaklıdere ve on sinemaları yok olmuş. kızılırmak duruyor, dediler..
izmir'de de ankara'da da epeydir görüşemediğimiz arkadaşlar, dostlar, yakınlarla biraraya geldik.. uzun uzun konuşmak, eskileri yad etmek, gelecekten söz etmek keyifliydi. görüşemediklerimiz var, onlarla da gönlümüz bir, buluşuruz yine..

12 Aralık 2008 Cuma

deri ceket

stratiev’den bir nevi yaşar yaşamaz hikayesi.. kalem de en az aziz nesin kadar güçlü.. genel olarak bu tarz konulara soğuk baksam da güçlü metinler ne olursa olsun izlettiriyor işte..

deri ceket’i ibb şehir tiyatroları oynamaya başladı bu ay(ynyny de şehir tiyatrolarında devam..).. rejide arif akkaya.. önceki işlerinden aklımızda, gönlümüzde iyi bir yer edinen akkaya, hayal kırıklığı yaşatmıyor yine.. sahneleme dikkat çekici, ilginç.. (sahne tasarımı gamze kuş) hareketli dekor hem kullanışlı hem işlevsel.. ışık ve müzik de yerinde.. temponun düşmesine nerdeyse hiç izin yok.. biraz böyle daha çok duygulara seslenen bir bölüm, “yol arkadaşı”nın üçlüye katılıp beraber yürüdükleri bölüm var.. işte orası da benim favorim oldu..

oyuncular… yiğit sertdemir’i bir ay içinde ikinci kez izleme şansı yakaladım böylece. 444 için söylemiştim, yazarlığının yanında oyunculuğu da çok iyi, diye.. gerçekten öyle. ikide iki.. 444’e göre mekan da oyun da daha geniş bi alan sunuyor ve yiğit bunu çok iyi kullanıyor.. bi söz var ya tadını çıkarmak diye.. tam onu yapıyor yiğit.. bi oyuncuda bunu görmek ne güzel, aynı tadı siz de alıyorsunuz.. yiğit’in oyunculuğunu birine benzetmek gerekirse ben şevket altuğ’u andırdığını söyleyebilirim, ama hiç rahatsız etmeden, taklit falan yok ortada.. güçlü bi oyunculuk, hoşuma gitti benim..

ve hikmet körmükçü.. sevgili elif acehan’ın annesi. sahnede muhteşem yine, döktürüyor.. ayakta alkışlanmalı..

oyunun en kötü yeri klişenin tavan yaptığı “ben koyun değilim” kısmıydı.. ama ne iyi ki öyle bitmedi, çok sevindim..

4 Aralık 2008 Perşembe

çınaraltı kedileri

geçenlerde bi haber, söylenti vardı ortalarda: çengelköy çınaraltındaki kediler ortadan kaldırılmış bir şekilde.. bugun gittim, gördüm.. kediler aynı sırnaşıklıklarıyla ordalar.. yalnız acaba sayıları daha çok muydu eskiden? belki kış olduğu içindir.. hem hava da bulutlu, deniz griydi bugun. o yüzden pek keyfi yoktu boğazın.. ama güneş batarken manzara muhteşemdi yine.. o nasıl bi gökyüzü, nasıl bi kızıl şölen! kedileri istedikleri yere götürüp bıraksınlar, onlar yine bulur burayı!

en iyi düşmanım

italyan filmleri festivali var bu hafta istanbul'da. dün bir film izleme şansım oldu. pek bildiğimden değil, merakımdan carlo verdone'nin en iyi düşmanım filmini izledim. eğlenceli ama zayıftı.. en güzeli arkamdaki yaşı geçgince italyan grubun neşesiydi. en basit espriye bile patlatıyorlardı kahkahayı.. kültür farkı mı, nesil farkı mı bilemedim, ama benim de yüzümü gülümsettiler..
filmin notu kötü ama verdone'nin hakkını teslim etmek gerek, oyunculuğu çok iyiydi bence..

karatavuk

dot’un kuruluşunu radikal’den okuduğumu hatırlıyorum.. daha istanbul’a gelmemiştim.. 2005’te.. murat daltaban.. hırsız-polis’te mi oynuyordu o zamanlar? farklı, yeni, seyirciyi biraz zorlayan oyunlar sahnelemek istediğini söylüyordu.. mekan da pek alışıldık bi yer değildi. istiklalde tarihi mısır apartmanının bir katı.. en fazla 30-40 kişilik seyirci grupları..
ilk oyun frozen.
evet ankara tiyatro açısından pek fakir değildi ama tutucu devlet tiyatroları ağırlıklıydı.. özellerden ast ve ekin vardı sadece adı duyulan. onlar da ideolojik oyunlar sahneliyorlardı daha çok. o gün istanbul’da olmak istemiştim dot için.

dikkat etmek gerekir, bazen öyle, nasılsa gerçekleşmez diye bi şeyler dilersiniz, bakmışsınız çok geçmeden olmuş.. tabi o zaman bunu dilemiş olduğunuz bile aklınıza gelmez.. çünkü öylesine dilenmiştir işte.

benim de şimdi aklıma geldi bunlar. evet böyle bir şey yaşamıştım. ve kısa süre ah kader beni istanbul’da sürükledi..

murat daltaban tam dediği gibi oyunlar sahneliyor 4 senedir.. çarpıcı.. yeni.. alışılmadık.

çarşamba akşamı karatavuk’u izledim.. geçen sezon dot’un kürklü merkür’le birlikte çok ses getiren iki oyunundan.. ilk kez 2005’te edinburg’ta sahnelenen bi oyun.. abd’de geçen sene oynandı.. avustralya’da da yine 2007’in sonlarında cate blanchett rejisiyle seyirciyle buluşmaya başladı.. kısaca dünyayla aynı anda türkiye’de..

geçen sene bu oyunla ilgili okuduğum eleştirilerde, yorumlarda çok sert bi oyun olduğundan bahsediliyordu. seyirciye biraz ağır gelebileceği.. ama oyun sağlamdı.. böyle şeyler yazılmıştı sanırım.
ana konu çocuk tacizi, cinsel istismar, artık adına derseniz.. 40’larındaki bir adamın 12 yaşındaki komşu kızıyla ilişkisi.. oyun yaklaşık 15 sene sonra kızın adamı çalıştığı iş yerinde bulmasıyla başlıyor.. adam birkaç yıl cezasını çektikten sonra adını değiştirmiş, başka şehre taşınmış, yeni bir iş edinmiş ve yeni bir sevgili.. kız büyümüş.. ama 12 yaşında yaşadıkları hep onunla olmuş, aklından hiç çıkmamış.. ve işte yıllar sonra yüzleşme.. seyirci için ilk yarı biraz daha zor.. konuyu anlamaya, kişileri tanımaya çalışıyorsunuz.. sonrasında oyunun içine daha çok giriyorsunuz ama aklınızdaki sorular bitmiyor yine de. çünkü çocuk tacizi değil sanki tek derdimiz.. işin bir de aşk kısmı mı var ne?

oyuncu seçimleri çok iyi bence.. alkışlar cüneyt türel ve mine tugay’a.. ve istanbul’u daha da güzelleştiren tiyatro adamlarından murat daltaban’a.. hele bu seneki 16 oyunluk vur/yağmala/yeniden işine girişmek nasıl bi cesarettir?.. desteğe devam, elimizden ne gelirse..

1 Aralık 2008 Pazartesi

pazar sabahları işe gitmek bile güzel..

pek erken başlamıyorum ya pazarları mesaiye, beşiktaş iskelesine kadar yürüyorum.. sakinlik sokağa çıkar çıkmaz hissediliyor.. insanlar rahat rahat yürüyor, sürücüler yeşilin sönmesine iki saniye kala gaza basmıyor… pazar için erken sayılacak saatlerde arabalarda kimler var diye merak ediyorum.. önde bir kadınla erkek(anne-baba), arkada bir-iki çocuk görüyorum genelde… üzerlerinde spor kıyafetler.. belki açıkhavada bir yere, muhtemelen nefis bir pazar kahvaltısına gidiyorlar.. mutlu aile görüntüsü ruhumu okşuyor. gökyüzü açık, pırıl pırıl bir güneş var. derin bi nefes alıyorum, ciğerlerimi dolduruyorum egzozsuz temiz havayla.. kadıköy çarşısında manavlar yeni açıyor tezgahlarını.. sebze-meyveleri, önlerindeki daracık yolu ıslatıyorlar.. fazıl bey ilk müşterilerini ağırlıyor.. her zamanki gibi, o küçük yuvarlak mermerli masalardan birine geçip bi sabah kahvesi içesim geliyor.. 9.45 vapuru beni bekliyor, başka zamana erteliyorum kahveyi. kalabalık değil vapur da, en sevdiğim koltuklar boş, istediğim gibi yayılabilirim. elimdeki kitabı-dergiyi kenara atıyorum önce. ömür uzatan manzaraya dalıyorum. deniz ne güzel! martılar az önce kalkan karaköy vapurunun peşine takılmışlar.. karşıda topkapı, sultanahmet, ayasofya... bir sinema karesi olarak içimden geçiriyorum yine, beyazperdede görsem muhakkak vurulurum, kaç kez vurulmadık mı? işte karşımda o manzara. gerçek, canlı, önümde.. belki sadece pazarları farkına varıyoruz. neler neler daha.. muhteşem boğaza açılacağız birazdan.. işe gidiyorum.. işe gitmek bile güzel, pazar sabahları istanbulda..
* işini sevmek de ayrıca mühim tabi

26 Kasım 2008 Çarşamba

444

bir-bir buçuk yıl önce bekleme odası ve obeb oyunlarını okuduğumda cidden heyecanlanmış, izleyemediğime de üzülmüştüm. sonra geçen nisanda yeni oyun 444’e gidecek bi gün ayarladım kendime. bambaşka şeyler bütün programı, hayatımı altüst etti, gidemedim.. 444, bu yıl mutlaka göreceklerim arasındaydı. bugün gördüm..

bi uzman, eleştirmen falan değilim ben.. sadece sıradan bi izleyici olarak görüşlerimi paylaşıyorum arkadaşlarımla, naçizane.. yani haddime olmayan şeyler de yazıyorum belki bazen, bi arkadaş ortamının samimiyetini hissederek.. yine o hisle yazıyorum:
yiğit sertdemir sürekli büyüyecek bir isim türk tiyatrosunda.. genç kuşaktan böyle akıcı yazan, basit belki ama ilgi çekici hikayeleri olan oyun yazarlarının çıkması çok sevindirici (-lar diyorum ama kaç kişiler bilmiyorum.. sanıyorum berkun oya, sertdemir.. başka bilen varsa haber versin, çok mutlu olurum cidden).. bi de aslında benim sevdiğim tarzda bi tiyatro anlayışı var sertdemir’in.. 444 de öyleydi, çok beğendim.. sadece sonu, birlikte izlediğimiz orkun’la da aynı görüşü paylaştık, daha iyi olabilirdi belki, o beklentiyi yaratan bir oyundu..

hikaye kabaca, bi çağrı merkezinde gece nöbetindeki iki kişi arasında geçenler.. çerçeve basit, ama çağrı merkezinin-şirketin- ilginçliği, yaşanan olağanüstülükler, karakterler zekice kurgulanmış, diyaloglar çok çok iyi yazılmış.. bi ara o kadar komikti ki handiyse gülme krizine girecektim.. yiğit sertdemir yazmanın yanı sıra oynuyor oyunda.. yazarlığının bana göre ustalığından söz ettim, aslında ödüllerle de tescilleniyor artık, bugün gördüm ki oyunculuğu da çok iyi sertdemir’in, çok başarılı.. karşısında gülhan kadim vardı. o da iyiydi denebilir ama onun oyunculuğu hakkında daha net konuşabilmek için sanki başka oyunlarda da görmeli..

444, istiklal’de rumeli handa oyuncular tiyatro kahve’de oynanıyor.. pazartesi ve salıları şu sıralar (hıncal uluç özel tiyatrolar sadece haftasonları oynuyor sansın hala).. küçük bi salon, küçük bi sahne.. büyük prodüksiyonlar için pek uygun değil tabi ama bu oyun için ideal bi yer.. seyirciye yakın bi sahneleme de daha tercih edilir hale geldi zaten. yalnız, az seyirci olması alkışların kısa sürmesine yol açıyor sanki, seyirciler oyuncuları tekrar tekrar selamlamaya çağıracak alkışları sürdürmekte daha tutuk davranıyorlar gibi.. ben de eksik kalan alkışlarımı buradan yolluyorum altıdan sonra tiyatroculara…

mustafa

bu akşam göksel’le mustafa’yı izledik.. çok kabaca fikrim: geç kalmış, yıllar önce yapılması gereken, atatürk’ü ya da mustafa kemal’i ya da mustafa’yı anlatan film ya da belgesel bu mudur?

ben mustafa’yı ne yerin dibine batıranlar kadar kötü, ne tepelere çıkaranlar kadar iyi buldum.. aslında bu kadar yaygaradan sonra daha fazla şey bekledim ama yoktu.. can dündar bence bütün iyi niyeti, çalışkanlığıyla ortaya iyi bir iş çıksın istemiş.. belki pek çok şey vermek istemiş.. o yüzden özellikle ilk yarı, okul değil dershanelerin verdiği tarih testlerine hazırlık kitaplarına benzemiş.. manastır, istanbul, şam, trablus, hoop samsun, hoop ankara, izmir.. arada anne-oğul arasındaki hasretlik falan ve en iyisi ve ilginci not defterinden örnekler… ikinci bölüm benzer aslında.. o devrimler nasıl hayata geçirildi, atatürk birden mi öyle tek başına kaldı… yani hep bi eksiklik vardı sanki.. çok şeyden söz edeyim birer cümle.. altı çizilmek istenen noktalar için de evet belki iki cümle daha fazla, o kadar..

benim aklımda kalanlar..
karabekir paşanın mustafa kemal’e destek çıkışı.. (olmasaydı her şey biterdi, güzeldi)
sovyet rusya’dan gelen yardım..
sonra tam anlamadığım bi yer var, nerede söylediğini falan da yakalayamadım, müslüman ve komünist bir halka vurgu yapılan bi söylev gibi, nasıldı orası?..
laiklik değil de asıl dine, ki burada islama, karşıtlık izlenimi..azıcık hissettirilen bi şey gibi..
üzgünüm ama, latife hanım’ın, ne desek, güzel olmadığının bir kez daha gözlerimizin önüne serilmesi.. (atatürk ve latife hanımı görünce neden hep bu soruyu soruyorum: sırf örnek bi aile görüntüsü için miydi evlilik?)
başka da bi şeey.. bilmiyorum, evet atatürk kendi istediği gibi bir halk yaratmak istedi, bunu bilmiyor değildik.. bu var yine.. halkını seviyor, onların en azından kendine göre en iyi şekilde yaşamasını istiyor ama.. bi de birbirinden çok ayrılır mı bilmem, toprak anlamında vatan sevgisi daha ağır basıyormuş sanki..

neyse bilmiyorum işte.. bana göre bu kadar konuşulacak, yaygara koparılacak bi yapım değil sonuçta karşımızdaki.. can dündar bu belgesel için topladığı dokümanlarla çok daha iyi işlere imza atardı, gücü kaldıysa yine atar belki gelecekte..
24/11/2008 - 01.02

23 Kasım 2008 Pazar

hayat..

evet hayat devam ediyor..

ne kadar kısa bazen. yapacak ne çok şey var, yığınla.. sıraya koysan, sanki uyacaksın.. –uyma zaten..

şimdi canım müzik dinlemek istiyor, loş bi ışıkta.. bi kadeh şarap belki.. ya da bi fincan sıcak çay, acı kahve. – hadi..

hayat devam ediyor.. nice anlar geçiyor, değerini pek az biliyoruz. sorular, sorgulamalarla kafamızı dolduruyoruz. – boşver..

yazın sonlarına doğru moda çay bahçesinden güneşin batışını izlemek ne güzeldi! üniversite yılları ne güzeldi! bozcaada ne güzel! – şu an harika!

yeni bi şarkı öğrendim gürcan’dan.. aşk durdukça! arada mızıka solo.. küçükken bi mızıkamız vardı.. hiç çalmadım belki. – bi gün çalarsın..

hayat devam ediyor.. hayata devam ediyorum. yalan değil, sağlıklı olmak en büyük nimet.. gerisi hikaye.. – e bi yere kadar canım, insanız

20 Kasım 2008 Perşembe

komedi filmleri festivali

üç sene oldu, her seferinde bir-iki film seyretmeye çalışıyorum komedi filmleri festivalinde.. öyle muhteşem filmler değil tabi ama farklı ülkelerin küçük bütçeli, arada kalmış, samimi, eğlenceli filmlerine de göz atmak fena olmuyor.. bu düşünce işlemişti şimdiye kadar.. gecen cuma patladı.

bi yeni zelanda filmi, “kelepir evlilik” diye çevrilmiş.. gitmeden bakmıştım, imdb’deki notu da parlak değildi ama neden olmasın, bi bakalım, dedik gittik.. bunu söylemek hiç doğru değil belki ama başladıktan kısa süre sonra bu filmin yapılmasına hiç gerek yokmuş düşüncesine kapıldım.. kabaca, ne yani?.. eurovision’da şarkılardan önce ülkeleri tanıtan kısa filmcikler gösterilirdi eskiden, onlar gibi bi şeydi karşılaştığım.. çok ayıp, saygısızlık ama böyle hissettim..

neyse festivalin bugun son gunuydu ve daha önceden gozume kestirdiğim norveç filmi “kadın gibi geçti” ferahlattı beni.. çok iyi değildi kuşkusuz ama tam bu festivalden beklendiği gibi bi filmdi.. naif, sıcak, komik ve an itibariyle ruh halime de uygun… norveç görmek istediğim ülkelerden biri.. filmde öyle fazlaca doğa manzarası olmasa da kadın karakterimizin gidip bi süreliğine yerleştiği, norveç’in de kuzeyindeki adanın güzelliği isteğimi perçinledi.. kadın karakterimiz ise pek iticiydi.. zaten esas oğlanımız da sonunda gitti parisli güzelliğin kollarına atti kendini.. mutlu son..

16 Kasım 2008 Pazar

bana bir picasso gerek

“bana bir picasso gerek”e girmek için kadıköy anadolu lisesinin bahçesinde bekliyorduk.. kulaklarımıza fenerbahçe stadından tezahürat sesleri geliyordu.. sonra arka taraftaki kapı açıldı, gestapo subayı kılıklı biri karşıladı bizleri.. önden 5-6 kişiyi aldı içeri, sıra bana gelince almanca bi “dur” çekti, önümü kesti.. emir bekledi önce..gelince, aşağıya, bodruma doğru yönlendirdi.. savaş zamanından kalma bir sığınak, depo, mahzen gibi bir yere iniyorduk.. merdivenin kenarlarında mumlar vardı yolumuzu aydınlatan, karşımızdaki duvarda bir nazi bayrağı.. aşağıda başka bir gestapo.. tanıyorum onu: arif akkaya… duru tiyatro’nun iki sene önce izlediğim muhteşem oyunu –belki de izlediğim en iyi oyundur- kara sohbette emre kınay’ın altbenliğiydi.. bu oyunun da yönetmeni…ve karşılama subayıymış işte.. arif akkaya böyle bir sahneleme için en büyük alkışları hak ediyor…

böyle giriyorsunuz işte oyunun içine.. aşağısı nasıl tahmin edin.. az ışıklı, pis kokulu yeraltında bir mahpus damı.. siren sesleri duyuluyor.. duvarlar yıkık, patlamış borular, kırık dökük birkaç eşya, ortada bir masa… gestapolar gösteriyor size nereye oturacağınızı, sert bir nezaketle… sizler de tutuklusunuz aslında, yahudisiniz büyük olasılık…öyle hissedin, bırakın kendinizi.. dışarıyı, gerçek hayatı unutun ve o günlerdeymişsiniz gibi hissetmeye çalışın bir an.. sadece bir an.. ben sadece bir an hissettim ve nasıl korktum anlatamam size… daha fazlası mümkün değil zaten, insanlar, başka unsurlarla evet yine bunun bir oyun olduğu gerçeğine dönüyorsunuz ama o bir an için bu sahneleme, bu dekor muazzam fikir…

oyunda sezai altekin, picasso.. ayça bingöl, onun karşısında, bir nevi onu sorgulayan bir nazi görevlisi.. görevi gerçek bir picasso tablosu bulmak.. neden, nasıl, sonuç ne olacak?.. picassoyla ilgili pek çok şey öğretiyor oyun.. senaryo da ilgi çekici. ama asıl sezai altekin elbette.. altekin 62 yaşında.. “bana bir picasso gerek”ten önce epeydir yoktu ortalarda, unutulmuştu adeta.. duru tiyatro’yla döndü.. ve aşkla dönmüş.. hasretini gideriyor açıkça.. ayça bingöl’ün tersine hiç kopmuyor oyundan, büyük bir heyecanla oynuyor.. ve sonunda herkes ayakta alkışlarken mutluluğu gözlerinden okunuyor…

bu hafta ne güzel geçti.. geçen cumartesi “salvador dali göndermeleri…”, pazartesi “ıssız adam”, bugün “picasso…”... ıssız adam, nerdeyse bütün hafta aklımdaydı, müzikler hele.. salvador dali’yi bugün bile düşününce içim hoş oldu ve picasso, beni gerçekten türk tiyatrosu adına çok gönendirdi…

11 Kasım 2008 Salı

ıssız adam

gittim işte.. gittim. gördüm.. sonunu tahmin edersiniz..
bugun aslında tüm editör masası olarak adeta fişeklendik ıssız adam için.. benim zaten aklımda..fragmanını ilk gördüğümde nasıl bi filmle karşılaşacağımı anlamıştım, ağlayan bi erkek ve o müzik, ali’den sordum, michel fugain - une belle histoire, şimdi çalıyor işte.. ve cumartesi de yazmıştım nasıl şiddetle bu filmi izlemek istediğimi…

ne tesadüf, atlas sinemasını tercih ettik.. filmin can alıcı mekanı. kadın ve erkeğin ekranın iki yanından ayrı yönlere çıkar çıkmaz bir anda dönüp sarıldıkları sahne.. yarım kalmış aşkın biriktirdikleri, düşündürdükleri, özlemi.. koskocaman.. masmavi.. “çağan ırmak yine ağlatıyor” manşetler… ister kadının yerine koyun kendinizi, ister adamın.. aşk herkesin ortak noktası değil mi? ve eminim ya, on kişiden dokuzu, içinde kalmış bi aşkın sızısını taşımaz mı?.. yaşansaydı nasıl olurdu, diye düşünmüştür.. hayaller kurmuş, yeni bi hayat düşlemiştir.. bi zamanlar öylesi bi hayata sahip olabilecekken şimdi nerdedir böyle? hesaplaşma vakti mutlaka gelecektir.. belki birbirinden uzaklarda ayrı ayrı, belki işte böyle yıllar sonra, aşkın dolaştığı mekanların birinde belki, karşı karşıya kalınca, yüz yüze, kaçamadan artık..

ıssız adam, tıpkı babam ve oğlum gibi kulaktan kulağa milyonlara ulaşacak belli.. kim o adam? toprak sergen-sinan tuzcu arası.. cemal hünal’mış, onun tek eliyle iki gözünün yaşını sildiği sahne… o güzel gözlü kız, melis birkan… müzikler... şimdi herkes ayla dikmen dinliyor.. ve hayat devam ediyor…

klip gibi, şarkı gibi son bölümü al başa tekrar tekrar izle, biriktir, biriktir, ağla...!

9 Kasım 2008 Pazar

bregoviç-balkanica

ilk çıktığında da dinlemiştim bi süre severek.. bugün de aklıma düştü, notu yazarken çaldım. bregoviç'in -bırakın artık şu mustafa'yı- son albümü balkanica'yı çok dinlenisi buldum ben. başucumdakilerden olur..

salvador dali göndermeleri içimi ısıtıyor

devlet tiyatrolarıyla biraz soğuyorum tiyatrodan sonra değişik, ilginç, keyifli bir özel tiyatro oyunuyla yeniden içim kıpır kıpır oluyor, başka başka oyunlar izleyesim, okuyasım geliyor..

aksanat’ın yeni kuşak tiyatro’su yine başarılı bir yapımla karşımızda bu sezon: salvador dali göndermeleri içimi ısıtıyor… ssm’deki dali sergisiyle eşzamanlı sahneleniyor, ama öyle sergiyle, daliyle birebir bağlantılı bir oyun değil aslında. gerçeküstücü yanları oyuna zenginlik katmış, güzel olmuş, o ayrı.. asıl hikaye yine kadın-erkek ilişkileri.. kadınlar farklı erkekler farklı yorumlar, düşüncelerle çıkabilir oyundan.. biraz romantik komedi gibi.. ama savaş da milliyetçilik de var oyunda ağırlıklar kontenjanından.. ve ağırlık kadından yana tabi ki..

inanmıyorum ama, tiyatrodan usanmış eski tiyatrocu orkun’la izledik oyunu.. oyun da sahneleniş de gayet başarılıydı bence.. mehmet ergen’di yönetmen koltuğundaki isim bir kez daha. onun seçtiği, getirdiği, parmağının olduğu bi oyun tamamdır zaten.. oyuncular da iyiydi, öyle çok fazla ayrıksı bi oyunculuğa da gerek yoktu.. orkun’un kedi’ye itirazını şerh düşeyim, hırçın kız’dan takıntısı varmış anladık..

evet içim ısındı benim.. (bi de ıssız adam'ı seyretmek istiyorum şu ara şiddetle, nedense o da içimi ısıtacak gibi geliyor) salvador dali…başka oyunlara göre daha kısa süre sahnede kalacak. o yüzden merak edenler ellerini çabuk tutsunlar. ben, sezonun görülmesi gereken oyunları arasında saydım kendilerini..aksanat’ta her cumartesi iki temsil..

8 Kasım 2008 Cumartesi

saatleri ayarlama enstitüsü

yine devlet tiyatrosu.. bu kez kenter tiyatrosunda oynanıyor. koca istanbul'da kaç tane devlet tiyatrosu sahnesi kaldı?.. neyse.. oyun fena değil, ama farklı bir yorum katılabilirmiş, daha da iyi olurmuş sanki.. kafka'nın "dava"sını "istanbul'da bir dava" adıyla uyarlamışlardı son tiyatro festivalinde, garajistanbul'da.. o mesela çok iyi bir örnek olabilir anlatmak istediğime.. oyuncular devlet tiyatrolarının her zamanki gibi en büyük kozu.. hepsinin emeklerine sağlık.. burak abinin de başta kısa bir rolü vardı, sonra selamlamada da göremedim. buradan teşekkurlerimi ve tebriklerimi iletiyim..

2 Kasım 2008 Pazar

ortaçgil-teoman

internette takılıyorum biraz.. sörf falan değil bilinçlice canım, valla -bakmayın öyleee!-.. fonda da müzik iyi gidiyor. müzik sitelerini çok da bilmem ama soundklan'ın bi özelliği var, dinlediğiniz her şarkıyı bi havuzda topluyor ve istediğinizde bi playlist gibi çalabiliyorsunuz, hatta hangi şarkıyı ne kadar dinlediyseniz o sırayla.. böyle durumlar için yani özel olarak bi şey dinlemeyeceksem iyi bi tercih. az önceye kadar yine öyle yapıyordum ama yağmur başladı birden.. bi şehri tam kalbinden beyninden vurup gitmek var... ne guzel şarkı dedim, ya da şarkıydı..ortaçgil söylüyordu, ortaçgilce.. bi dönem ortaçgil-teoman konserleri vardı.. kimden çıktığını çok iyi biliyorum. sanırım 2007 yazında kuruçeşme’de bi kez ben de izlemiştim, ne yazık ki… yani ortaçgil’e saygımız sonsuz, haşa.. ama ya kimse demiyor mu ki bu adama “bak bülentçim iyisin hoşsun ama yani bu şarkılar öyle söyleyince şey oluyor, pek olmuyor sanki, yani olmuyor işte” falan gibisinden… keşke söyleselermiş. hatta teo söyleseymiş, o zaman kendi de sahnede o kadar sıkılmazdı.. neyse canım, daldım ben de. devam edeyim internetten yararlanmaya-bak bak bak-.. aa bak woman in black, ingiltere’de 21. yılını bitiriyormuş, en uzun süre sahnelenen ikinci oyun mu ne.. asıl ilginci, yani bence, 6 ayda bir oyuncuların değişmesi… okuduğum yorumlarda da oyuncular pek bi övülüyor. farklı yorumlarda aynı rolde farklı oyuncular.. tuhaf bi şey.. aynı oyun da olsa oyuncular değişince insan merak edebilir tabi “yeniler nasıl oynamış” diye, ben ederdim herhalde..şimdi bile ettim. önce oyunu tabi, hayaletli mayaletli...

oyun atölyesi

şimdi ben buradan oyun atölyesine bi teşekkuru borç biliyorum.. neden sebep? çünkü perşembeleri tüm koltukları indirimli.. sinemada halk günü gibi yani. bunu yapan başka özel tiyatro var mı bilmiyorum. ama yapsalar ne iyi olur.. neden? çünkü bazıları çok pahalı. cidden ama.. 40-45 olanlar var ki gecen sene de öyleydiler bereket bu yıl zam yapmamışlar. e onlar da arada böyle indirimli oynasa olmaz mı.. hadi salonu olmayanları da gectim ama kendi salonu olanlar bile var içlerinde. 20-25'in üstüne çıkmak da koyuyor yani, açıkça.. bi de biletix hizmetlerini koyacaksınız tabi üstüne.. neyse işte tüm bu sebeplerden teşekkurler oyun atölyesi, haluk bilginer.. biletix'e de gerek yok, telefonla kredi kartınızdan tahsilat mümkün :) bi tek, oyunlara zor yer bulunduğundan bikaç hafta önce biletlerinizi almanız gerekli...bak şimdi bu yeni: dot'un karatavuk'unu izleyememiştim, 45 ytl galiba o da.. ama nolmuş aralık'ta 25'e düşürmüşler güzel olmuş..

01/11/2008-00.37

30 Ekim 2008 Perşembe

testosteron

harika, harika, müthiş...
ekip baştan sona müthiş, herkese tebrikler..
bu ekiple bu oyun istanbul'da tiyatro seyircisinin unutulmazlarından olacak

bavul hikayesi vd..

ikide iki.. devlet tiyatroları yine düş kırıklığı yarattı. gerçi benimki de çok bilinçli bir tercih değildi aslında.. sadece oyunun yazarı olarak raşit çelikezer’i biliyordum. dün galası yapıldı cevahir sahnesinde, bugün izleyenler arasında ali’yle biz de vardık: bavul hikayesi..
çok anlatılacak bi şey yok.. iki kişilik bi oyun. kadın-erkek ilişkileri.. o kadar emeğe acıyor insan, en çok da oyuncularınkine. yarın yeniden oynayacaklar, sonra yine, yine.. ama fark ediyorlar başarılı bi iş çıkmadığını ortaya. sonunda seyirciyle baş başa kalan onlar.. duyacakları alkışlar onları ayakta tutan ama oyun bitiyor, selamlamaya geldiklerinde hissediyorlar işte.. ben inadına fazla alkışlamak istedim onların emekleri karşısında ama o kadar..

şişli-mecidiyeköy’ün havası nasıl kötüydü çıktığımızda.. arabaların, otobüslerin çokluğundan falan dedik.. sonra kızıltoprak’a geldiğimde de aynı havayla karşılaştım.. üstüme sinmiş bi is kokusu. geçen kış canım izmir’imi gözümden düşüren böylesi havası değil miydi, kömür kokan.. istanbul'da, en azından bulunduğum bölgelerde yok diyordum, ama varmış ya da bi ara yoktu ama yeniden var şimdi. doğalgaz kullanmıyor mu yoksa insanlar zamlardan ötürü?

newsweek’in türkçesi çıktı sonunda.. ne kadar geç kaldılar oysa bunun için. adını sanını bilmediğimiz onca dergi geldi de newsweek bu zamana kaldı. neyse iyi oldu. şöyle göz gezdirdim henüz. mehtap erel dali segisiyle ilgili yazmış, süper.. bi okul grubuyla aynı esnada gezmiş sergiyi.. çocukların yorumları harika..”bence amca biraz abartmış” “biz böyle çizsek örtmen ‘güzel çiz’ diyo ama”… çocuklar... sevmem ama her nesil daha üstün muhakkak..(ahh cenk!)
yarın testosteron’dan sonra görüşürüz..

28 Ekim 2008 Salı

üç maymun

uzun zamandır böyle merakla beklediğim bi film yoktu sanırım.. üç maymun’u izledim sonunda, berke'yle birlikte, nautilus cinebonus’ta türkiye’de ilk kez digital sinema olaraktan, ne demekse?
Film… konuşulacak, yazılacak çok şey var sanki bu film üstüne. !!dikkat spoiler!! kabaca basit bi hikaye, eski türk filmlerini andıran, daha çok zeki demirkubuz’luk konuların çevresinde gezinen… muhteşem kareler yine, nbc sinemasının alametifarikası… evet, uzun sahneler.. film baştan sarıveriyor seyirciyi, nbc’den beklenmedik şekilde merak uyandırıcı bi giriş. ve ben hiç sonraya bırakmadan söyleyeyim, hemen baştan vuruluyorum ercan kesal’a.. evet oyuncular çok iyi. yavuz bingöl.. öteki genç çocuk, neydi adı, hani kevin spacey’in peşinden koştuğu.. üstün oynamışlar gerçekten.. belki o kadar yazılıp çizilenden sonra hatice aslan’ı biraz daha iyi bekliyordum, ama o da yine hiç fena değil. ercan kesal ise dedim ya bence muhteşem.. senaryoda da imzası var.. belki biraz da o yüzden bu kadar rahat, doğal.. harikaydı. üç maymun’u izlediğim için mutluyum ama ercan kesal’ın canlandırdığı rol ve oyunu ayrı bi keyif verdi bana. en son berkun oya’nın iyi seneler londra’sında ali atay için benzer hisler yaşamıştım.
başka.. evet gerçekten çok başarılı bulduğum 15-20 dakikalık bölümde şöyle düşünmeye başlamıştım: tamam artık nbc’den endişe etmeye gerek yok, hiçbir zaman kötü film yapamayacak kadar iyi! nbc bu filmde yine uzun sahneler kullanmış, müziğe yer vermemiş (doğadaki müzik telefon melodileri dışında), önceki filmlerinden izler yine taşıyor ama filmin daha içinde.. keskin geçişlerle, konuşmayla görüntüyü ayırarak ya da yavaşlatarak filme müdahalesi daha açık..
sonra.. yine sıkılan sıkılacaktır ama üç maymun’da hayatın içindeki komiklikler de çok eğlenceli.. hatice aslan’ın çantasında bi telefon arama sahnesi ya da ercan kesal’ın arabayla bırakmaya ikna etmeye çalıştığı sahnede kahkahalarla güldüm..hikaye kabaca basit olduğu için klişeler çokçaydı, öyle olsun istenmiş olabilir ama bence iyi edilmemiş.. ama anlatmak istediğini gayet başarılı anlatıyor film. ufak bi çocuk var, evin küçük oğlu.. abiye ve babaya görünen, fotoğrafta bile anneyle yan yana gelmeyen.. o pek çözülemiyor. vardır mutlaka bi anlamı ya da özellikle bilinmesin diye ordadır, bilmem.. tren sesi çok önemli filmde.. çokça kullanılıyor. en önemli yerler, genç çocuğun annesini evde yakalamadan önce eve girişinde ve çatıda hatice aslan’ın atlayıp atlamadığını yavuz bingöl’ün gözlerinden takip ederken gerilimin tırmandığı sahnede.. filmin doruk sahnelerinden biri zaten.
neyse, öyle böyle işte. üç maymun izlenesi bi film bence. görüceksiniz zaten.. izleyince yine konuşuruz

22 Ekim 2008 Çarşamba

karayalçın

izinliyim ya bugün, ntv izlemeden olmuyor yine.. gökçek çıkmış bu kez murat akgün'ün karşısına.. ahh ankaram kurtulamadın şu adamdan. yine gökçek, yine karayalçın muhabbetleri, yine solda bölünme, aynı terane..
karayalçın da 65 yaşındaymış bu arada, vay be saygı duydum.. gösteriyor mu?

f. düzağaç

evet dün akşam fener yine dökülürken arada karşımıza binbir gece çıktı.. aa bakalım dedik ne var ne yok, kafa dağıtalım.. o da ne, feridun düzağaç'ın ne işi var orda ya.. ilk önce acaba dedim diziler mi karıştı, hani şevval sam ile bir dizisi başlamıştı düzağaç'ın o sandım.. ama değilmiş. ciddi ciddi binbir gece'de.. tanrım bu adamın müziklerine, sesine, sahnedeki tarzına bayılırım saklı değil, ama niye ekranlarda görünmekte bu kadar ısrarcı.. seviyor anlaşılan ama yok işte o parıltısı ekranda olmuyor.. yine de hakkını yemeyeyim, ilk filmindeki performansına göre aşama kaydetmiş, ama hala çok kötü, ne yazık..
çok aşık'ı dinleyelim de kendimize gelelim..

16 Ekim 2008 Perşembe

küçük denizkızı ponyo

hiç gidip de beyaz perdede bi çizgi film, animasyon, anime artık ne diyorlarsa öyle bi film izleyeceğimi düşünmemiştim. filmekiminin son 16 seansının elde kalan ve satışa çıkarılan son iki davetiyesinden birini aldım ve girdim emek sinemasına. aklımda o'horten adlı film kalmış, onu izleyeceğim diye.. ama koltuğa oturur oturmaz perdede çizgiler, bi renk cümbüşü... çevremdeki herkes sanki çocuk daha ilkokula başlamamış.. öyle hissettim.fena değildi, pişman olmadım aslında. arada yapmak gerek belki.. bi de miyazaki sonuçta. beyazperdede olmasa da iki filmini izlemiştim miyazaki'nin ve japon çizgi filmleri çocukluğumdan beri daha yakın gelir bana. o yüzden keyif aldım. ama kendi alanında da üstün bi film değildi sanki ponyo.. güzeldi, hoştu, eğlendiriciydi o kadar.. uzmanı değilim tabi. ve bu balık karakteri ne guzel oluyor ya çizgi filmlerde.. nemo hala favorilerden tabi..sevmem dedim ama nemodur, miyazaki filmleridir izlemişiz yine bi şeyler. ee izleyen mi vardı yanımda ne, hatırlamadım şimdi..

ateş canına yapışsın

aykut devam ediyor hayata.. devrik cümleler ayrı bir güzellik taşır yerine göre.. bazıları bozuk cümleyle karıştırır da küçük görür falan, ayıplarım onları.. neyse bu nota belki böyle başlamayacaktım ama "ateş canına yapışsın"da devrik cümlelerin ya da cümle devirmelerin de bir rolü var. kahramanımız azazil-iblis-şeytan, hocaların hocası-büyük usta olarak küçük meleklere ders verirken devrik cümle kullanmanın daha işe yarar olduğunu fark etmiş, o sebepten deviriyor gitsin..

masumiyet müzesi’ni erteleyince fırsat doğdu. acy, sezgin kaymaz’ın okuduğum ilk kitabı. yazdığı önceki kitapların listesini görünce epey geç bi keşif olduğunu anlıyorum benim için. olsun, bi yerlerden yakaladık işte. acy’nin konusu dikkatimi çekmişti önce. ilgi çekmeyecek gibi değil ki: “cennet’ten kovuluş”… aslında netameli bi konu. türkiye şartlarında hele.. ama dili öyle keyifli, matrak, hınzır ki… ve aslında çoğunluğu pek karşısına almayacak bi yolda gidiyor. gerçi bunlara karşın hani çokça görülmüştür, bi sayfasını bile okumadan aradan çıkarırlar bi cümle, iki cümle, başlatırlar bi karalama kampanyası, sonra anlat kime anlatabilirsen.. öyle bi konu işte.. ve evet, sezgin kaymaz’ın hikaye yaratma yeteneği, gücü hakkında notunuzu veriyorsunuz; harika, yıldızlı pekiyi! kullandığı dil de çok iyi. yüzümde hep tatlı bi gülümsemeyle hatırlayacağım hayatım boyunca eminim.. ama sezgin kaymaz’ın başka kitaplarını da okumak gerek yine de.. en azından birini daha. çünkü dedim ya mizahi bi tarafı var acy’nin. çoğu azazil’in dilinden yazılmış ve yer yer bozukluklar var tabi, devriklikler değil.. büyük ihtimalle bilinçli yapılmıştır ama bana bahane olsun bir kitabını daha okuyayım.. hiç pişman olmayacağımdan eminim. acaba hangisini seçmeli: geber anne, uzunharmanlarda bir davetsiz misafir, kaptanın teknesi, lucky?..

13 Ekim 2008 Pazartesi

körlük-filmekimi

aslında söylenmemiş şey değil anlattıkları.. hepimiz körüz gerçekte.. ya da sahip olduklarımızın değerini ancak onları yitirdikten sonra anlıyoruz.. ya da gördüğümüz sürece değerli bizim için bazı şeyler.. ya da başka şeyler… görmek, körlük metaforik anlatıma o kadar uygun kavramlar ki… saramago’nun ünlü kitabı körlük’ü filme çekmiş bu kez tanrıkent’in müthiş yönetmeni meirelle.. tanrıkent’teki kadar vurucu!.. yine şiddet var, belki tanrıkentteki kadar değil ama.. ve kısmen daha tali bi yerde.. filmin atmosferi bana daha çok bir-iki sene önceki children of men’i anımsattı.. öylesi bir karamsar hava, umutsuzluk, tükeniş, son nokta.. gerçi son dönemde benzer filmler çokça çekildi.. ya bir umarsız hastalık ya da uzaylı yaratıkların istilasıyla sonu gelen dünya, son insanlar vs.. bu filmde farklı anlamlar var tabi.. ve onlar kadar da içinizi karartan bir sona sahip değil, beni en çok gönendiren de bu oldu zaten.. izlersiniz, filmin sonlarında bizim asıl grubumuzun bir ev sahnesi var. ve onun sonunda da ilk kahramanımızın karşılaştığı durum (ahhh henüz izlemeyenlere kötü hizmet etmemek için nasıl sakınıyorum görün)… öyle mutlu ediyor ki insanı o anlar.. çok ilgisiz olacak ama, ben sanırım böylesi bi duyguya en son babam ve oğlum bittiğinde kapılmıştım.. nasıl derler, içimde buruk bi sevinç kaldı.. ve gözlerimin kenarında toplanan ama akmayan iki damla yaş…

bekle uyku

uykum geldi ama uyumadım.. önce biraz müzik dinlemek istedi canım.. epeydir dinlemediğim şeyleri günyüzüne çıkarmak hoşuma gidiyor. eren kazım akay'ın turkuaz patlıcan'ının kasetini almıştım vakti zamanında.. artık kalmadığı için öylesi "teyp"ler dinleyememiştim ne zamandır.. bereket ttnetmuzik'te varmış (selamlar alicim!).. tümünü çal'ı seçtim.. ilginç, hoş bi albümdü bu.. eksiksiz şarkıların her biri sarıverir dinleyeni.. gaip yol, mayhoş, mecaz, hop hop, turkuaz... en çok hangisini beğeniyorum, yine pek karar veremedim.. gaip yol??..sonra gecen gun aklıma takılmıştı, royal court'ta su sıralar oynayan now or later oyunu hakkında bir şeyler okumak istedim.. okudukça merakım daha da arttı. oyunun yazarı shinn'in röplerine falan baktım, tiyatroya bakışı, amerika'daki tiyatrolara eleştirisi, bir önceki oyunu dying city, now or later'ı nereden yola çıkarak yazdığı,... ilginç.. shinn adını ileride daha çok yerde duyacağımız kesin..sonra 'yatayım artık' dedim.. ama yine bi şeyler dinlemeden olmazdı ya.. bu kez soundklan'da oluşturduğum radyolardan birini seçtim.. 110'dan özledim seni ile başlıyordu.. ikinci şarkıya geçince takıldı.. bazen yapıyor bunu soundklan, müdahale gerekiyor. ben onu yapacağıma bi albüm bulayım dedim, kayahan düştü aklıma, nedense..5-6 albümü vardı sitede, bi süre önce yeniden piyasaya çıkanlar.. ilk dönem sayılacak ve benim de asıl sevdiğim kayahan şarkıları olduğu için zaten ara ara dinlediklerimdi.. aaa.. ama araya bi tane farklı albümü girmiş: canımın yaprakları.. az sayıda ama ne guzel şarkılar vardır içinde.. ben de insanım, her şeyden çok yeter zaten.. sonra, sonra uyku yok yine, düşün bakalım kayahan'ı, başka işin yok ya.. guzel şarkılarla başlamış, sonra bak yine böyle daha farklı ve guzel çalışmalar yapmış.. ee sonra niye koptu ki bu adam? koptu mu gerçekten? hep mi böyleydi? ee kısmen, belki.. kopmadı mı yoksa? bilmem, bakayım, ne yaptı en son kayahan?.. hatırlayan?

uyu artık..comfortably numb iyi gider

12/10/08- 02 suları

9 Ekim 2008 Perşembe

başladık bakalım..

bi yerden başlayacaktık ama pazartesi çirkin insan yavrusu'nu izleyeceğimi hiç düşünmemiştim.. haberim yoktu ki ekim'de p.tesileri oynanacağından, hala perşembeleri sanıyordum. neyse ki facebook grubuna katılmışım da oradan gelen mesaj aldı götürdü beni talimhane tiyatrosu’na. orkun'a da söz etmiştim gerçi, "beraber gider miyiz?" diye.. onu ekmiş oldum biraz. neyse biz sinemaya gideceğiz zaten birlikte, yani umarım, o da yalan olmazsa..
çirkin insan yavrusu, oyun deposu'nun ilk projesi.. bakayım radikal'de ne yazmışlar: "perde açtığından beri çok ilgi görüyor"... yaa, gülce muradına erdi radikal'e de çıktılar işte sonunda (bkz:7.10.08).. bi kere talimhane'ye gelen seyircilerden bile hissediyorsunuz ki bi amatör ruh, bi samimiyet, bi gönüllülük söz konusu burda. o yüzden ortaya konan iş de hiç hesap kitap işi değil, tamamen gönülden, belli.. bunu hissetmek bile güzel. oyuna gelince... kopya: "biri kürt biri eşcinsel biri de türbanlı üç kadının kimlik oluşturma süreçleri..." eh doğruya doğru ben pek hazzetmiyorum toplumsal konuların böyle direkt işlenmesinden. o yüzden kısa süreli bi sıkıntı yaşamadım değil.. ama sonra o içtenliğin de etkisiyle kuşkusuz dahil oldum oyuna. Sahnedeki üç oyuncumuz da çok iyiydi efendim, yıldızlı pekiyi.. oyun tek perde.. ama diyelim ikinci kısım, anlaşılan doğaçlama ağırlıklı alıp götürüyor.. bu bölümde elif ürse öne çıkıyor apaçık, biraz da rol çalıyor ama arkadaşlarını da çok rahatsız etmeden yapıyor bunu..
ben bu oyunu izlemekten keyif aldım. söylediğim gibi emek verenleri takdir ettim daha da çok. oyun deposu’nun yolu açık.. talimhane tiyatrosunda da nice güzel oyunlar izleyeceğiz belli.. biraz yol sorunu var.. nerde olduğunu civardakilerden bile bilen az, herhangi bi tabela da yok henüz. ve karanlık, yakınlarda devam inşaatın tekinsizliği olumsuz fiziki koşullar.. ama çok sürmeyecek, bunlar da aşılacak.. istanbul’da tiyatroseverler talimhanenin yolunu ezberleyecek..

çarşamba gecesi de suçlu yürekler oyununu izledim.. ankara devlet tiyatrosunun. cevahir alışveriş merkezindeki sahnedeydi oyun. Ve büyük ihtimalle bu yüzden önceki güne göre her şey sanki daha yapaydı. sevmedim.. bi kere oyuna ısınamadım. devlet tiyatroları önce oyun seçiminde bi farklılaşmaya gitmeli sanki.. ya da bilmiyorum sadece bu oyun için öyle hissettim. bi de elinizde yılların oyuncuları var. ben ipek çeken’i daha iyi oyunlarda seyretmek istiyorum mesela… daha iyisini istemek en çok da onların hakkı.. evet sevmedim, uzundu, sıkıldım.. ama berna konur, broşürüm falan yok umarım yanlış yazmıyorum, çok güzel bi portre çiziyor oyunda.. onun için gittiğime pişman olmadım..

Aaa.. daha ne çok oyun var. dot’tan hiç bahsetmemiştik gecen sefer. murat daltaban mısır apartmanından sonra şimdi de bilsar binasını tiyatroya açıyor.. çok farklı bi atmosfer yaratmış orda da, ilk denemesi festivaldeydi.. bu yıl 18 kısa oyunu bilsar’da oynayacaklar.. bi de ntv radyo’yla işbirliği vardı sanırım, ne güzeldir radyo tiyatrosu.. dot’un gecen sezondan devredenleri yine mısır apartmanında… bi de zorunlu olarak bu yıla bıraktığım 444 var, altıdan sonra tiyatronun.. yiğit sertdemir türk tiyatrosunun yeni ve başarılı oyun yazarlarından.. önceki oyunları sadece okuma şansım olmuştu, ilginçti, hoşuma gitti. Gecen sene 444’ü oynadılar, bu sezon da devam edecekler bildiğim kadarıyla.. beyoğlunda bi tiyatro randevusu daha..

6 Ekim 2008 Pazartesi

hoşgeldin yeni sezon

ekim'deyiz.. istanbul'da sezon başladı. tiyatrolar bir bir perdelerini açıyor. merakla beklenen filmler, türk filmleri de sırada. zamanı iyi ayarlamak gerek. üç maymun, mükemmel bir gün mutlaka görülecekler... vicdan, çıngıraklı top nasıl acaba? taner birsel aşkına devrim arabaları... bi de filmekimi var tabi. tıkanma ve körlük en merak ettiklerim ama biletsizim şimdilik. umudum her zamanki gibi kapı önü. onun dışında izin günlerim yine çarşamba-perşembe olursa gündüz seanslarını kaçırmayız artık 3,5 ytlye.. oyunlardan çirkin insan yavrusu var gecen seneden devir, bi perşembe gulcedeyiz. mehmet ergen nasıl bir şans, bir değer istanbul için! talimhane tiyatrosu adından çok söz ettirecek kesinlikle.. kız tavlama sanatı var bi de değil mi? keşanlı ali'de olmasa da engin cezzar'ı izlemek bize de nasip olacak artık.. m.ergen aksanatta da devam ediyor tabi. şeylerin şekli, geçen sezonun en iyilerindendi izlediklerim içinde. bu kez salvador dali göndermeleri ile başlıyor yeni kuşak tiyatro, bakalım nasıl? gecen sezon deyince evlilikte ufak tefek cinayetler devam ediyor ona göre. görmeyen kalmasın. ikinci perdenin bir bölümünde tempo düşse de sonuçta sahnede haluk bilginer, vahide gördüm var yani.. bi de ben böyle oyunlara bayılıyorum ya. şeylerin şekli'nde mesela, hikaye eh evet güzel ama asıl çarpan şey tasarım sahnelenişti orada... evlilikte ufak tefek cinayetler'de ise hikaye muazzam. bi de gecmisten gelen kadın vardı gecen sene sehir tiyatroları oynadı sanırım. izlemedim ama biliyorum oyunu, muhteşem bi hikaye vardı orada da. hikaye deyince çok çetrefilli şeyler değil aslında, basit -gibi görünen haliyle öyle olmayan- bir sorudan yola çıkan hikayeler.. neyse uzattık. oyun atölyesinde yeni bir oyun da testosteron.. metin ağbi kadroda. öteki roller genç kuşaktan sayılır. fırat tanış'ı hırçın kız'da izlemiştim çok iyiydi. oyun atölyesini ayrı bi seviyorum bu yakada diye.. bi de emre kınay'ın duru tiyatrosu var tabi. baktım albay kuş da oyun atölyesine konuk olacakmış bu ay. sarp ve gizem aşkına görülecekler arasında... başka başka da neler var... aman tanrım!
ben istanbul'dan bu yüzden gidemedim işte imbat kokulu izmir'ime..