28 Aralık 2010 Salı

kadıköy ido iskelesi

gece.. taksim'den dönerken dolmuş kadıköy'e uğradı. ne zamandır o sarı dolmuşların olduğu duraklara, ido iskelesine bu kadar yaklaşmamıştım. kulaklarıma bazı sesler geldi sanki. özlemişler seni.. deniz otobüsüne yetişmek için koşuşturmanı, sabah mahmurluğunu. akşamları orada buluşmamızı da özlemişler..sarılmamızı..

geceydi.. gündüz olsa martılar da aynı şeyleri söylerdi eminim. herkes özledi.

25 Aralık 2010 Cumartesi

güzel şeyler bizim tarafta

iki satır yazmıştım, çok beğendim diye.. daha fazla yazmak da hep aklımdaydı.. ama işte tembellik… bi arkadaşıma anlatırken “tahmin et” demiştim, “adı nerden geliyor, nasıl bi durumda söylenmiş olabilir, ne anlatıyor sence?..”
e bilemedi tabii..

-dikkat oyunun içeriğine dair bilgiler var-

“güzel şeyler bizim tarafta” birkaç açından çok etkiledi beni. bi kere teknik olarak. hani anlattım: sahne bi akvaryum gibi. oyuncular bi camın arkasında. seyircinin kulağında kulaklık.. oyundaki en ufak sesi bile çok net duyuyorsunuz: kadın erkeğin saçını okşarken, kitapların sayfalarını karıştırırken ya da yere düşen bi anahtarlık…hepsi kulağınızda, sinema gibi, efektöre de ihtiyaç yok..

sonra, metin tabii ki.. hikaye hemen başlangıçta seyirciyi içine çekiyor. beraber yaşayan genç bi çift ve darmadağın bir oda... onlar yokken eve birileri girmiş. ama hiçbir şey kayıp değil. merak hep en üst seviyede. hele o fotoğraf makinesinin etrafında dönen soru işaretleri...

oyunu, temposuna bakarak iki bölüme ayırsak, berkun oya, diğer iki karakterin de ortaya çıktığı gerilimin tavan yaptığı bölümde de, sonra türbanlı kadınla ev sahibi erkeğin baş başa kaldıkları ve daha çok kadının erkeğe kendi hikayesini anlattığı dingin bölümde de kalemini muhteşem kullanıyor. sevmek, ahlak, özgürlük üzerine bi oyun ya bu.. farklı kültürden, farklı coğrafyadan iki çiftin bu kavramları nasıl gördüklerini, nasıl yaşadıklarını görüyorsunuz sahnede. ben böyle yazınca sıkıcı gibi durabilir ama hiç öyle değil, çünkü kimi zaman hayatın içinde kaçırdığınız komiklikler de burada gözünüzün önünde. bi de şu var: “güzel şeyler bizim tarafta” bu topraklardan çıkan bi hikaye ama aynı zamanda yerel sınırları çok aşan, son derece evrensel bi oyun.. bi başarısı da bu.

şimdi bu noktada oyunun en etkileyici bölümlerinden birini anlatmalıyım. bu biraz teknikle ilgili olsa da asıl, hikayeye bağlı. dekor olarak bir odanın kullanıldığını söyledim. sağ tarafta evin diğer odalarına açılan kapılar, soldaysa evin giriş kapısı var. hikayenin bi yerinde berkun oya bu gördüğümüz mekanla yetinmiyor. kadın evi terk ediyor, çıkıp gidiyor. erkek de peşinden.. artık sahnede kimse yok. ama asansörün sesi, apartman kapısının açılıp kapanması, sonra cadde, trafik, şehrin gürültüsü ve orada erkeğin kadını dönmeye ikna etmeye çalışması, kadının bi taksiye atlayıp gitmesi gözlerimizin önünde değil kulaklarımızda oynuyor. gördüğümüz sadece oda ve açık kalan giriş kapısı ki, az sonra kulaklarımızda dışarıdaki oyun devam ederken o kapıdan da başka biri giriyor… berkun oya aslında buna benzer bi şeyi “bomba”da yapıyor. orada tam tersi. oyuncular sahnede birer sandalyede oturuyor. sonra video görüntüleri de eşlik ederken oturdukları yerden oynuyorlar. biraz okuma tiyatrosu gibi.. ama kuşkusuz bambaşka, bi yenilik. yine de bu seferkinin etkisi benim için en azından o anda çok daha fazla oldu, çok heyecanlandım. bi kez daha hayran oldum.

oyunculardan söz etmeliyim. bartu küçükçağlayan.. yine süper. daha önce de yazdım. bu genç adamı daha uzun yıllar tiyatroda, sinemada izleyebilecek olmak beni çok mutlu ediyor. hep büyük keyifle.. bi de hani şu cümle sonlarındaki “yaa..”ların bu kadar yakıştığı bi oyuncu daha yok. bi röportajından alıntı yapacacağım ki her oyuncunun söylemeye cesaret edebileceği bi şey değil ve benim de tiyatroya bakışıma çok uyuyor:

“Eski oyunları sevmek artık bana, bara gidip cover grupları dinlemek gibi geliyor… Herkesin sevdiği önemli şarkıları tekrar tekrar, bazen iyi bazen kötü gruplarla dinlemek gibi... Shakespeare bugün yazıp, “Bana gel oyna” deseydi, “hayır” mı diyecektim? Tamam, bugün de karşılıklarını bulabilirsin Shakespeare oyunlarının, hayatında bir yerlere koyup onu yüceltebilirsin... Ama bana göre değil. Kendi yazdığı oyunu yöneten biri varsa karşında -Berkun Oya gibi- o zaman daha güzel oyuncu oluyorsun.”


ve öykü karayel. bi ara çok kısa görünüp gittiğini düşünürken yeniden ortaya çıkıp oyunu nasıl taşıyor öyle. bi kere tamam, diyaloglar çok iyi ama ortadaki oyunculuğa da şapka çıkartılır. şivesiyle duygusuyla çok başarılı. tülin özen ve ozan çelik’i de anmadan geçmeyeyim.

gelelim baştaki soruya. oyunun adı nereden geliyor? farklı kültürler, farklı bakışlar ve evet, bi yandakiler için “güzel şeyler bizim tarafta”.. ama bu kadar basit değil. bu metaforik cümleyi kesinlikle oyunun sonundaki o kısa öyküden ayırmamak gerek. ben oyunun süresini 70 dakika biliyordum, ama yarım saat daha uzunmuş. işe gecikiyorum sonlara doğru biraz huzursuzlandım. oyundan da kopmak istemiyorum ama nasıl bitecek, nasıl bağlayacak diye de çok merak etmeye başladım. bi yandan “yok” diyorum “güzelim oyunun sonu hayalkırıklığı olacak. anlamsız bi şekilde bitecek”.. ee yazan ben değilim tabii. sonundaki öykü çok basit, çok sıradan, hatta klişe bile diyebilirsiniz. ama o kısa öykünün bitişi, “güzel şeyler bizim tarafta”nın gelip oraya yerleşmesi muhteşem. buraya onu yazmayacağım, ama arkadaşıma şunu söyledim: bi yazar olsaydım ve sadece o bölümü yazsaydım, daha fazlasını istemezdim, ömür boyu yeterdi bana…

23 Eylül 2010 Perşembe

kemal... fusun...

iki yıldır bi dizi film izler gibi aralıklarla, bazen iki günde bir, bazen haftada, ayda bir-iki sayfa, bazen kaptırıp 40-50 sayfa okuduğum ve ne kadar ara versem de nerede kaldığımı hiç unutmadığım masumiyet müzesinin artık ne yazık ki sonlarına geldim.. bugün-yarın bitecek.. oysa ne çok alıştım kemal'e, fusun'a, nesibe hala'ya, çetin'e, feridun'a ve diğerlerine... hele şimdi en guzel yerindeyim sanırım. fusun ile feridun ayrıldı, vecihe hanım kabullendi, düğün planları yapıldı.. böyle bitse keşke. hep mutlu olsalar artık, böyle hatırlasam kemal ile fusun'u... ama oyle olmayacak değil mi?.. olmayacak.

o yuzden burada bıraksam mı, hiç sonunu getirmeden?

çok sevdim kemal'i, fusun'u..

20 Ağustos 2010 Cuma

oyunlar oyunlar oyunlar

bir yıl öncesinde güzel bir adet edinmiştim: izlediğim her oyundan sonra, hiç gecikmeden aklımda kalanları yazardım, küçük eleştiriler gibi… o yılın sonlarına doğru biraz savsakladım bu işi, yazın yaklaşmasına, havaların ısınmasına verdim ama düpedüz tembelliktendi, gerisi bahane... örneğin o günlerde izlediğim devlet tiyatrosunun kral dairesi adlı oyunuyla ilgili mutlaka bir şeyler yazmalıydım. çok sevmiştim oyunu, hem metin olarak hem sahnelemesi çok yaratıcıydı… sonra istanbul halk tiyatrosunun gagarin sokağı vardı. başarılı oyunculuklara ve merak uyandıran açılış sahnesine rağmen sonu beklediğim gibi gelmemişti. benim pek hoşlanmadığım katı politik tiyatro örneğine dönüşmüştü.

o dönem izlediğim belki bir-iki oyun daha vardı ama işte yazmayı boşlayınca hatırlamak da zor oluyor… maalesef bu kötü durum geçen yıl izlediğim onca oyun için yine geçerli. o kadar istememe rağmen sanırım hiçbir oyun sonrasında birkaç cümlecik olsun aklımda kalanları yazamadım. şimdi eylül-ekim gelmeden, yeni sezon başlamadan toplu bir değerlendirme yapma niyetindeyim. taze yorumlar gibi olur mu bilmem. belki böylesi daha objektif de olabilir, biraz geriden bakmak aklımda güzel ve çirkinin daha net oluşmasına yardımcı olmuş olabilir, yine de bilemeyiz.

eminim arada unuttuklarım olacak ama geçen sezon ilk izlediğim oyunu çok iyi hatırlıyorum. çünkü o, yılın en iyilerindendi: haluk bilginer’den 7 müzikali… bu müthiş adamın sesini kullanmadaki ustalığına bir kez daha şapka çıkardım, dakikalarca ayakta alkışladım. shakespeare metinlerinden oluşturulan çok başarılı bir kolaj... bir erkeğin 7 evreye ayrılmış hayatı... müzikler, şarkılar, bilginer’e eşlik eden soytarılar hepsi çok başarılıydı. o akşam oyun atölyesinde pek keyifli ayrıldığımı hatılıyorum, sezona iyi bir başlangıçtı.

sonra bir önceki yıl çok başarılı işlere imza atan dot’un iki yeni oyununa çıkar çıkmaz bilet aldığımı hatırlıyorum: alışveriş ve s***ş ve pornografi. ikisi de kasım’da sahnelenmeye başladı. ilki elbette adına da yansıdığı gibi çok çarpıcıydı, aslında artık tam da dot’tan beklediğimiz gibi. ama eksik bir şeyler vardı. belki geçen yıl izlediğim oyunlarının biraz gerisindeydi, dot bizi bunun ötesine götürmüştü zaten. yine de tabii ki başarılıydı. ama pornografi için bunu bile söyleyemeyeceğim. ısınamadağım bir oyun oldu, fazlasına gerek yok…

geçen sezon izlediğim oyunları şimdi tekrar şöyle bir düşününce, en çok hayret ettiğim şey devlet tiyatrosunda beğendiğim oyunların çokluğu… herhalde ilk sırada vahşet tanrısı gelir. nisan’da izlemiştim. dört oyuncusu, ülkü duru, zerrin tekindor, zafer algöz ve işdar gökseven’in büyük katkısıyla son derece başarılı bir komedi. bu yıl devam edecektir sanırım, mutlaka izlenmeli.

vahşet tanrısı’nın yönetmeni celal kadri kınoğlu’nu aynı günlerde bu kez oyunculuğuyla da takdir ettim. istanbul devlet tiyatrosunun bir başka oyunu imparatorluk kuranlar’da başroldeydi, alkışı en çok hak edenlerden oldu. devlet tiyatrosu bir boris vian oyununu sanırım ilk kez sahneliyordu, zihnimdekinden farklı, ama gayet başarılıydı oyun.

devlet tiyarosundan devam o zaman. yine nisan’da… profesyonel’de iki muhteşem oyuncu vardı sahnede: bülent emin yarar ve yetkin dikinciler. sırp yazar duşan kovaçevic’in kara-komedisinde yine oyunculuk dersi veriyorlardı.

kovaçevic’in bir oyununu da şehir tiyatroları sahneledi geçen yıl: intiharın genel provası. ve bu kez bülent emin yarar’ın eşi bennu yıldırımlar vardı başrollerin birinde. bu kez sadece kara-komedi değil fantastik unsurlar da vardı oyunda. evet beğendim ama ayrıca belirtmem gerek, dört-beş karakteri birden canlandıran serhat kılıç çok başarılıydı.

hızlı hızlı, beğendiğim diğer oyunları sayayım bari, yoksa yazı bitmeyecek. yine devlet tiyatrosunda yıllar sonra çetin tekindor’u izledim rita’nın şarkısında. sanırım ocak sonlarındaydı. tülay günal eşlik ediyordu tekindor’a. eskiden pazar sabahları trt’de gösterilen amerikan filmlerine benziyordu oyun, ama ben çok sevdim. tabii ki daha çok, tekindor ve günal’ın oyunculukları sayesinde. şimdi geçen yılın başarılı erkek oyuncu performanslarını düşününce, işte h.bilginer, b.e.yarar, y.dikinciler, c.k.kınoğlu vd., en iyisini belirlemek çok güç belki ama, hadi çetin tekindor desem kim ne diyebilir?

devlet tiyatrosunda bir önceki yılın oyunlarından sokrates’in son gecesi’ni ancak ocak’ın ilk günlerinde yer bulup izleyebildim. orada da mustafa uğurlu çok iyiydi mesela… annemin cesareti vasattı ama sıkmadı. kasım’da izlediğim lozan’daysa hiç yalan yok: uyudum. umarım memet baydur’un kemikleri sızlamaz…

geçen yıl maddi durumlar nedeniyle devlet tiyatrolarına daha çok gitmiş, özellerde daha seçici davranmışım. yıldız kenter’i bir kez daha izlememek olmazdı tabii. çok da sevdiğim bir oyun oldu kraliçe lear. doğum günümden birkaç gün sonra izlemiştim, o sırada burada da yazdığım "hiç yaşını küçük göstermek ister mi insan?" repliğine oyunda da rastlamam pek bi hoş olmuştu.

seçicilik de bi yere kadar, her zaman doğru tercih yapmak zor tabii. işte, tiyatro stüdyosunun şölen’i… her şey bir yana, dublaj setlerinde hayranlıkla seyrettiğim payidar tüfekçioğlu için gittim ama sonu maalesef hüsrandı. tüfekçioğluyla ilgisi yok tabii ki. neyse ki payidar ağbinin müthiş oyunculuğunu iki sene önce yer altında notlar’da izleme şansını da bulmuştum. şölen’de sorun çeviriden itibaren en başta ahmet levendoğlu’nda, ama eminim hiç kabul etmez.
devam edecek…

10 Ağustos 2010 Salı

kime?

aklıma bisürü güzel şey geliyor.. telefonu alıyorum elime, bir an önce yazmalıyım.. ama kime?.. rehberde adını sileli çok oldu, bunları paylaşacağım kimse yok hala.

30 Nisan 2010 Cuma

kıyamam

açtım, bilgisayardaki fotoğraflarımıza baktım.. hala silmedim onları. senden kalan hiçbir anıyı silemedim. belki biraz gerilerde kalıyor bazen, ama çıkıyor işte.

geçen ay ne çok girdin rüyalarıma. başkasını göreyim istiyordum oysa. o kadar istemiyormuşum demek ki. senden başkasını ne zaman isteyeceğim?

bi sabah, yine böyle seni görmüşüm rüyamda, sonra gerçekmiş gibi mutlulukla uyanmışım. “eninde sonunda affedeceğimi biliyordum seni” diyorum.. eskisi gibi..

o yüzden yazmadım mı? sıcağı sıcağına, kendimi zorlaya zorlaya, en çok canımı yaktığın anları bir sayfaya sığdırdım. affetmeye meyledersem hatırlayayım diye.. ama okumayacağım şimdi onları. fotoğraflarda o kadar mutluyum, mutluyuz ki.. kıyamam..

4 Nisan 2010 Pazar

fail-i müşterek

Altıdan Sonra Tiyatro, onuncu yılında beşinci özgün oyununa başlıyor. Tek kişilik çoklu bir ödeşme: “Fail-i Müşterek”. Yiğit Sertdemir bu kez ortak işlediğimiz suçları anlatıyor.

Yiğit Sertdemir genç kuşağın en başarılı tiyatrocularından. Makina mükendisliği eğitimini bırakıp kendini tiyatroya vermiş. Yazıyor, oynuyor, yönetiyor, kim bilir başka neler yapıyor tiyatro için. Ama sorduğumda “asıl işim yazmak” diyor, “yoksa şöyle büyük bir oyuncu olayım diye derdim yok.”

On yıl önce arkadaşlarıyla kurdukları Altıdan Sonra Tiyatro’nun diğer dört özgün oyununda olduğu gibi “Fail-i Müşterek”te de Yiğit Sertdemir’in imzası var. Bu kez tamamiyle kurmaca bir oyun değil. Bu ülke insanlarına bir yakın geçmiş hatırlatması belki… Sertdemir’e göre unutmak, yok saymak, sözde duyarlı davranmak bizim toplum olarak müşterek fiillerimiz, ortak suçumuz. Oyun biraz bunların masaya yatırılması. 12 Eylül de var içinde, katliamlar da, deprem de, fail-i meçhul cinayetler de… Bu açıdan yarı belgesel, yarı kurgusal, yarı anlatı niteliğinde.

“Ama herhangi bir acının ağıtı değil. Olsa olsa bir ayıbı, utancı... Ortak işlediğimiz bütün bu suçlar sırasında biz ne yapıyorduk sorusunu sordurmak, düşündürmek amaç.” Bunun için seyirciye koltuğunda rahat yok…

“Oyundan çok bir seyir hali. Aktarıcı seyircinin ortasında. Seyirci anlatılanla sürekli ilişki içinde, müşterek bir fiilin içinde. Seyirciye açık bir saldırı aslında. Saldırıyor ama aktaran da saldırının içinde kalıyor. Kendini dışarıda tutup bir şey anlatılmıyor.”

Sadece salondakiler değil, sokaktaki vatandaşla da röportajlar var oyunda. Ve sıkı bir arşiv çalışması yapılmış. Yiğit Sertdemir, oyunlarında hep toplumsal olaylarla sanatı nasıl birleştirilebileceğini aradığını söylüyor. Fail-i Müşterek’te de bunu yapmış. Olmazsa olmazı yine kara mizah. Altıdan Sonra Tiyatro’nun bu sezon İstanbul’a kazandırdığı Kumbaracı50 sahnesinin bir bahaneyle bir süre kapatılması da yer almış oyunda: “gülümseyeceğiz ama acısını da çekeceğiz”…

28 Şubat 2010 Pazar

kış saatine geçiyorum..

bizde yaş konusunda uzlaşma yoktur çoğu zaman. “20” desek, “a olur mu sen daha 19'sun” derler, “19” desek, tersini söyleyen çıkar: “19 bitti, bitti o, şimdi 20 oldun” diye.. yani tam belli değildir aslında yaşımız.

ben bugüne kadar büyüğünü tercih ederdim. hiç küçük görülmek ister mi insan?..

meğer istermiş...

artık kış saatine geçiyorum. 1 yıl geri alıyorum yaşımı. geçen sene de 30 sayıyordum kendimi, yarın da 30 oluyorum.

hem bak şimdi bi daha düşününce doğrusu da budur valla :)

ama aramızda kalsın, bu tür hesaplara başladığıma göre.. değiştirmesem de yaşımı, yaşlanmaya başladığımın işaretidir 2010’un 1 mart’ı..

26 Ocak 2010 Salı

not

düşünsem, hayatta aklıma gelmeyecek bir kitabın, uygulamalı tiyatro eğitimi'nin sayfaları arasından bi sürpriz çıktı karşıma: bi not.. iki seneyi geçmiş yazılalı. aşk ve özlem dolu sözler...

hem çok mutlu oldum hem bi garip.. unutmuş muyum neyim bu heyecanı? böyle küçük sürprizleri eksik etmedik hayatımızdan. hiç çekinmedik, sıkıntımız olmadı sevgimizi göstermek, söylemek adına ama yazmaktan da hiç geri durmadık. yazı kalır diye herhalde.

içimdekileri en iyi anlatacak sözleri bulmak için uğraşırdım. bazen su gibi akardı zaten.. mutluluk taşardı yüreğimden. seni okurken düşünürdüm, aynı mutluluğu sende de göreceğimi bilerek..

özlemişim o hislerle bi şeyler yazmayı.. ve böyle güzel notlar almayı.. çoktandır elime almadığım başka kitapları da karıştırıyorum şimdi. ortak imzamızı arıyorum:
hep seninle...!

25 Ocak 2010 Pazartesi

elvan'ın ayakkabısı

haber elvan’ın dünya fair play ödülüne layık görülmesiydi.. nedenini biliyorsunuz artık: dünya şampiyonasında etiyopyalı atlet ayakkabılarını otelde unutmuş. elvan yedek ayakkabısını vermiş ona, yarışa öyle girebilmiş. hatta elvan’ın ayakkabısıyla koştuğu o yarışta ikinci gelmiş, gümüş madalya kazanmış.

haber geldikten kısa süre sonra elvan’a bağlandık.. etiyopya’da kamptaydı. çok mutlu olduğunu söyledi ve o günü anlattı bize.. arada iki cümlesinde başka bir haber-hikaye vardı benim için.

bu olay, yani elvan’ın ayakkabısını rakibine vermesi nasıl duyulmuş biliyor musunuz? yarıştan sonra, belki bir-iki gün geçmiştir, elvan menajerine açılmış. hayır, amacı olanları anlatmak değil. demiş ki: “ya, ben ayakkabılarımı vermiştim ona, acaba geri isteyebilir misiniz?” ilk cümle bu, düşünün işte. bi şeyler hissettiniz mi?

sonra… menajer cin fikirli çıkmış. demiş ki: “elvan ne diyorsun, n’apmışsın sen?” elvan korkmuş bunu duyunca. çekinerek “yanlış bir şey mi yaptım?” diye sormuş..
bu da ikincisiydi.. haber böyle daha güzel oldu.

8 Ocak 2010 Cuma

kör kuyular

harika bi sonbahar tatiliydi.. hayatımın en güzel tatili.
dalyan, göcek, fethiye, akyaka.. dalaman havaalanında araba kiralayıp 5 güne birçok yer sığdırmıştık. “bi cd alalım demiştin, yolda dinleriz..” petrolcünün marketinde bir tek fatih erkoç vardı zevkimize uyan. iyi bi tercihti, güzel bi seyahat albümü. en çok “kör kuyular” şarkısı dolandı diline. slov bir şarkıydı ama sonlara doğru hızlanıyordu yeni düzenlemesi. ben de çok sevdim bunu, şarkı hızlandıkça basıyordum gaza, keyfimiz yerindeydi.. birlikte söylüyorduk, sözleri hiç umurumuzda değildi. çok iyi hatırlıyorum, dalyan’a otelimize vardığımızda güneş batmış, hava kararmak üzereydi yavaş yavaş.. ama biz hiç bitmesin istiyorduk bu mutluluk.

en güzel günlerimi seninle geçirdim, en güzel tatilleri de. o cd bende kaldı.. ara sıra bulup çıkarıyorum.. önce 5. şarkıyı dinliyorum.. hatta galiba her defasında en az 5 kez dinliyorum. ben hiç söylemiyorum artık, susuyorum.. ok oluyor sözleri, içimi kanatıyor.
“…kör kuyular içindeyim sensiz, ellerin uzanmıyor ellerime…”

1 Ocak 2010 Cuma

güzel bi gün, ilk gün

yeni yıla evde girdim, pek çok kez olduğu gibi.. saat 12 olmadan uyudum, ara sıra bu da olur.. uykumu iyi aldım, ne erken ne geç kalktım. pencereyi açtım, güneş vardı ama rüzgar fenaydı.. sıkı giyindim, kahvaltı için dışarı çıktım.. caddede yeni yeni açılıyordu çoğu yer.. erken davranan birkaç kafe dolmaya başlamıştı. birine girdim. garsonlarda hiç yılbaşı ertesi çalışıyor olmanın memnuniyetsizliği yoktu. belki vardı da yansıtmıyorlardı, güler yüzlüydü hepsi. yanıma birkaç dergi almıştım, karıştırırken kahvaltım geldi. sahanda yumurtayı sevdim, onun dışındakiler sıradandı. olsun, bozmadım keyfimi. güzel bir gün, ilk gündü.. teşekkür edip güler yüzlü garsonlara çıktım. “bu havada deniz görülmeye değerdir” diye düşünüp caddebostan sahiline indim. dalgalar çıldırmıştı, kıyıya vurdukça metrelerce yükseliyordu. yaklaştım, daha yakından izlemek istedim. tuzlu su çarpıyordu yüzüme, dudaklarıma bile değdi, tadını aldım, hoşuma gitti. çocuklar vardı, oyun olmuştu yükselip kıyıyı aşan dalgalar. el ele sevgililer.. ihtiyarlar, çoğunun yanında bir köpek vardı, dostları.. bi banka oturdum, bi şeyler yazdım. bunları, başka şeyleri.. pek söz vermem kendime “bu sene bunları bunları yapacağım” diye, bu kez neye güvendiysem sıraladım birkaç şey. hatta, belki yakışmadı bu güne ama hırslandım, “zorlayacağım kendimi, (mutlaka) yapacağım bunları” dedim. yine de başkalarına kanıt kalsın istemem, kendime saklıyorum. ama nottaki son sözü paylaşmak gerek:
“hayat seni seviyorum”