30 Aralık 2008 Salı

bernarda alba'nın evi

bu adam alıyor biletleri sonra bi şeyler çıkıyor, gidemiyor oyuna.. göksel bu kez yarini görmeye ankara’ya gittiği için cumartesi akşamı “bernarda alba’nın evi”ne ben konuk oldum, kadınlar arasına düştüm..

gecen seneden aklımdaki bi oyundu lorca'nın bernarda alba'sı.. akla kara’da engin alkan’ı kendine özgü dublajıyla izlerken de nasıl yönettiğini merak ederdim.

haldun taner’deydi oyun. salona girdim, koltuğuma geçerken kulağıma o çok tanıdık melodi çalındı.. bi filmden, konuş onunla’dan.. ben belki bir sene her gece konuş onunla filminin müzikleriyle uykuya daldım. hatta hala en güzel uyku albümüdür benim için.. bernarda alba da yumuşak bir sesin o müzikler üzerine okuduğu metinle karşılıyor izleyici. lorca’nın orijinal oyununa mı ait, alkan mı eklemiş bilemedim.. çünkü doğrusu pek dinleyemedim ben, belki daha çok müziği duymak istediğimden belki gerçekten o hengamede gümbürtüye gittiğinden…

bernarda abla özellikle ikinci perdesiyle beğendiğim bi oyun oldu.. şaşırtıcı değil, neyle karşılaşacağınızı az çok tahmin ediyorsunuz.. ama sağlam bi metin, aksamıyor. gücünü hissediyorsunuz..

birkaç oyuncu özellikle öne çıkıyor.. bir ikisi de ne yazık ki kötü oyunlarıyla göze batıyor.

oyuncular demişken, gecen sezon ayça telırmak oynuyordu bernarda alba rolünü, haziran’da aramızdan ayrıldı.. şimdi onun anısına sahneleniyor..

ve yeliz gerçek.. deri ceket’ten sonra burada da yeliz gerçek’e rastladım. sonradan girmiş kadroya. hatta ibb şehir tiyatrolarının sitesinde hala oyuncular arasında değil, asistan olarak adı var. daha önce kim vardı adela rolünde bilmiyorum-şimdi öğrendim aslı altaylar oynamış- ama iyiki yeliz gerçek’e yer açılmış.. seviyorum onu sahnede..tanıyan varsa söylesin..

28 Aralık 2008 Pazar

kürklü merkür

tuhaf.. tarık, işi gereği arada bir istanbul’da olur.. biz de o buradayken buluşmaya çalışır, bi yerlerde oturur laflarız. geçen akşam fırsatını bulduk görüştük. ama ben aynı gün dot’a gitmeyi kafama koyduğumdan tiyatroyla hiç arası olmayan tarık’ı da peşimden sürükledim. zavallı, davetime pek itiraz etmedi, ben de nasıl bi oyunla karşılaşacağımızdan hiç söz etmedim.. gittik, kürklü merkür’e izledik..

oyun öncesi tarık demişti ki “niye devlet tiyatrosuna gitmiyoruz?” (soru daha çok bilet fiyatıyla ilgiliydi gerçi) ben de açıklamıştım: devlet tiyatrosu bu oyunu oynamıyor.. oynaması da imkansız zaten.

iki saatten uzun süre, aralıksız dayak yemiş gibi oluyorsunuz oyunda.. gencecik oyuncular mükemmel performans sergiliyor. ben zaten tiyatrocuların ezberlerine, konsantrasyonlarına hayranım, bu oyunda soluksuz upuzun repliklerde bile hiç teklemeden, etkiyi kaybetmeden oynamalarına sadece şapka çıkarılır.. en başta, iki kardeşi oynayan rıza kocaoğlu ve serkan altunorak.. sonra tüm naifliğiyle tuğrul tülek.. ve enis arıkan.. yapmacıksız, abartısız bir travesti canlandırmasının türkiye’deki belki de en iyi örneği vardı sahnede.. diğer oyuncular da iyiydi.. yönetmen murat daltaban işte.. yine düşünülüp seçilmiş vurucu bi oyun.. çok çalışılmış ve iyi yönetilmiş.

ama sonuç olarak bu oyunu “herkes izlemeli” diyemeyeceğim tabi.. çünkü çoğu kişiyi rahatsız edecek kadar sert bi kere.. replikler bol küfürlü. klasik bi hikaye değil, söz etmedim ama konu da karanlık (wikipedia’dan bi fikir olarak: yıkımardı bir dünyada, hayatta kalmaya çalışan geçmişsiz ve geleceksiz gençler, hayatlarını partiler düzenleyerek ve kelebek satarak kazanmaktadır. ancak bu partilerde, zenginlerin her türlü sapkın fantezisi gerçekleştirilmektedir. örneğin, oyun boyunca hazırlıkları sürdürülen partide, bir şirketin üst düzey yöneticisi, bir oğlan çocuğuna tecavüz edecek ve sonunda onu vahşice öldürecektir).. iki saat aralıksız dayanmak zor olabilir tabi. ama benim gibi devlet tiyatrolarıyla tiyatronun gereksizliğine inanmaya başladığınız bi sırada, farklı oyunlar ve sahnelemeler heyecanınızı geri getirmişse bu oyun da mutlu edebilir sizi.. tarık izlediğine pişman, o ayrı..

20 Aralık 2008 Cumartesi

beni düşünmemiz gerek

anlamak için iki kez okunması gereken bi oyun adı.. bi kerede anlayanlarla gurur duyuyorum..

beni düşünmemiz gerek, sinan çetin’in plato film okulu öğrencilerinin eseri.. küçücük bi sahnesi var okulun ve az koltuklu bi salonu. ama hepsi dolu.. hatta sandalyeler iliştiriliyor kenarlara. hangi güdülerle geldiler kim bilir oyunu izlemeye?..

ben?..
plato’nun sitesinde, “oyunda olaylar gözünü para hırsı bürümüş ve bu uğurda cinayet planlarından bile kaçınmayan İffet karakteri ekseninde dönüyor. günümüz cihangir'inde, lüks bir evde başlayan ve çağımızın “yeni fakirler”inin hikayesini kara komedi tarzında izleyiciye sunan oyunun…” yazıyordu.. bu tanıtım tavladı beni.. ne kadar da kolay oyuna gelirmişim?

komedi sonuçta.. abartılı, absürd karakterler. sürekli çevresinde dönülen, genel olarak klasik bi hikaye.. oyuncular eğleniyorlar, bazı izleyenler de ama işte gerçekten bi okul müsameresi kadar olmuş. bereket, sıranın sonunda duvar kenarında oturuyordum, yoksa sonlara doğru çıkıp gitmeyi düşündüm ciddi ciddi.. hani uyuduğum tiyatro oyunu var benim, yarısında çıksam ne olurdu bilmem..

neyse her oyunda bi emek var elbette.. onun için alkışlamadan gitmek de sinmezdi içime.. benim alkışlarım daha çok polisi oynayan arkadaş içindi.. ona güldüm bir tek.. plato’daki hocalarından da biraz esintiler vardı sanki oyununda. bi de ayşe hala karakterindeki oyuncu… belki tecrübesi daha fazladır, yaşı büyükçeydi belli çünkü.. kısa rolünde o da fark ettiriyordu kendini.. (ya isimleri geçti oyunun başında ama not alma şansım yoktu, sitede de toplu halde yazmışlar)

nasıl yorumlarsınız bilmem ama bi şey daha yazayım da son olsun. beni düşünmemiz gerek’in en iyi yanı hayko cepkin’in yaptığı müzikleri..

19 Aralık 2008 Cuma

ordan burdan

bayram ertesi izmir'deydim, özlemişim.. kıbrıs şehitlerinde lokma dağıtıyordu birileri yine.. kordon her zamanki gibi iyi geldi.. bırakıp kaçtım ya istanbul'a, izmir ayrı. dönücez bi gün..
sonra iki günlük ankara.. nasıl bi soğuk o öyle! hep böyle mi olurdu? unutmuşum.. nasıl unutursam? ne çok şey yaşadık ankara'da!..
benim gibi ankara'yı ihmal edenlere haberler: kavaklıdere ve on sinemaları yok olmuş. kızılırmak duruyor, dediler..
izmir'de de ankara'da da epeydir görüşemediğimiz arkadaşlar, dostlar, yakınlarla biraraya geldik.. uzun uzun konuşmak, eskileri yad etmek, gelecekten söz etmek keyifliydi. görüşemediklerimiz var, onlarla da gönlümüz bir, buluşuruz yine..

12 Aralık 2008 Cuma

deri ceket

stratiev’den bir nevi yaşar yaşamaz hikayesi.. kalem de en az aziz nesin kadar güçlü.. genel olarak bu tarz konulara soğuk baksam da güçlü metinler ne olursa olsun izlettiriyor işte..

deri ceket’i ibb şehir tiyatroları oynamaya başladı bu ay(ynyny de şehir tiyatrolarında devam..).. rejide arif akkaya.. önceki işlerinden aklımızda, gönlümüzde iyi bir yer edinen akkaya, hayal kırıklığı yaşatmıyor yine.. sahneleme dikkat çekici, ilginç.. (sahne tasarımı gamze kuş) hareketli dekor hem kullanışlı hem işlevsel.. ışık ve müzik de yerinde.. temponun düşmesine nerdeyse hiç izin yok.. biraz böyle daha çok duygulara seslenen bir bölüm, “yol arkadaşı”nın üçlüye katılıp beraber yürüdükleri bölüm var.. işte orası da benim favorim oldu..

oyuncular… yiğit sertdemir’i bir ay içinde ikinci kez izleme şansı yakaladım böylece. 444 için söylemiştim, yazarlığının yanında oyunculuğu da çok iyi, diye.. gerçekten öyle. ikide iki.. 444’e göre mekan da oyun da daha geniş bi alan sunuyor ve yiğit bunu çok iyi kullanıyor.. bi söz var ya tadını çıkarmak diye.. tam onu yapıyor yiğit.. bi oyuncuda bunu görmek ne güzel, aynı tadı siz de alıyorsunuz.. yiğit’in oyunculuğunu birine benzetmek gerekirse ben şevket altuğ’u andırdığını söyleyebilirim, ama hiç rahatsız etmeden, taklit falan yok ortada.. güçlü bi oyunculuk, hoşuma gitti benim..

ve hikmet körmükçü.. sevgili elif acehan’ın annesi. sahnede muhteşem yine, döktürüyor.. ayakta alkışlanmalı..

oyunun en kötü yeri klişenin tavan yaptığı “ben koyun değilim” kısmıydı.. ama ne iyi ki öyle bitmedi, çok sevindim..

4 Aralık 2008 Perşembe

çınaraltı kedileri

geçenlerde bi haber, söylenti vardı ortalarda: çengelköy çınaraltındaki kediler ortadan kaldırılmış bir şekilde.. bugun gittim, gördüm.. kediler aynı sırnaşıklıklarıyla ordalar.. yalnız acaba sayıları daha çok muydu eskiden? belki kış olduğu içindir.. hem hava da bulutlu, deniz griydi bugun. o yüzden pek keyfi yoktu boğazın.. ama güneş batarken manzara muhteşemdi yine.. o nasıl bi gökyüzü, nasıl bi kızıl şölen! kedileri istedikleri yere götürüp bıraksınlar, onlar yine bulur burayı!

en iyi düşmanım

italyan filmleri festivali var bu hafta istanbul'da. dün bir film izleme şansım oldu. pek bildiğimden değil, merakımdan carlo verdone'nin en iyi düşmanım filmini izledim. eğlenceli ama zayıftı.. en güzeli arkamdaki yaşı geçgince italyan grubun neşesiydi. en basit espriye bile patlatıyorlardı kahkahayı.. kültür farkı mı, nesil farkı mı bilemedim, ama benim de yüzümü gülümsettiler..
filmin notu kötü ama verdone'nin hakkını teslim etmek gerek, oyunculuğu çok iyiydi bence..

karatavuk

dot’un kuruluşunu radikal’den okuduğumu hatırlıyorum.. daha istanbul’a gelmemiştim.. 2005’te.. murat daltaban.. hırsız-polis’te mi oynuyordu o zamanlar? farklı, yeni, seyirciyi biraz zorlayan oyunlar sahnelemek istediğini söylüyordu.. mekan da pek alışıldık bi yer değildi. istiklalde tarihi mısır apartmanının bir katı.. en fazla 30-40 kişilik seyirci grupları..
ilk oyun frozen.
evet ankara tiyatro açısından pek fakir değildi ama tutucu devlet tiyatroları ağırlıklıydı.. özellerden ast ve ekin vardı sadece adı duyulan. onlar da ideolojik oyunlar sahneliyorlardı daha çok. o gün istanbul’da olmak istemiştim dot için.

dikkat etmek gerekir, bazen öyle, nasılsa gerçekleşmez diye bi şeyler dilersiniz, bakmışsınız çok geçmeden olmuş.. tabi o zaman bunu dilemiş olduğunuz bile aklınıza gelmez.. çünkü öylesine dilenmiştir işte.

benim de şimdi aklıma geldi bunlar. evet böyle bir şey yaşamıştım. ve kısa süre ah kader beni istanbul’da sürükledi..

murat daltaban tam dediği gibi oyunlar sahneliyor 4 senedir.. çarpıcı.. yeni.. alışılmadık.

çarşamba akşamı karatavuk’u izledim.. geçen sezon dot’un kürklü merkür’le birlikte çok ses getiren iki oyunundan.. ilk kez 2005’te edinburg’ta sahnelenen bi oyun.. abd’de geçen sene oynandı.. avustralya’da da yine 2007’in sonlarında cate blanchett rejisiyle seyirciyle buluşmaya başladı.. kısaca dünyayla aynı anda türkiye’de..

geçen sene bu oyunla ilgili okuduğum eleştirilerde, yorumlarda çok sert bi oyun olduğundan bahsediliyordu. seyirciye biraz ağır gelebileceği.. ama oyun sağlamdı.. böyle şeyler yazılmıştı sanırım.
ana konu çocuk tacizi, cinsel istismar, artık adına derseniz.. 40’larındaki bir adamın 12 yaşındaki komşu kızıyla ilişkisi.. oyun yaklaşık 15 sene sonra kızın adamı çalıştığı iş yerinde bulmasıyla başlıyor.. adam birkaç yıl cezasını çektikten sonra adını değiştirmiş, başka şehre taşınmış, yeni bir iş edinmiş ve yeni bir sevgili.. kız büyümüş.. ama 12 yaşında yaşadıkları hep onunla olmuş, aklından hiç çıkmamış.. ve işte yıllar sonra yüzleşme.. seyirci için ilk yarı biraz daha zor.. konuyu anlamaya, kişileri tanımaya çalışıyorsunuz.. sonrasında oyunun içine daha çok giriyorsunuz ama aklınızdaki sorular bitmiyor yine de. çünkü çocuk tacizi değil sanki tek derdimiz.. işin bir de aşk kısmı mı var ne?

oyuncu seçimleri çok iyi bence.. alkışlar cüneyt türel ve mine tugay’a.. ve istanbul’u daha da güzelleştiren tiyatro adamlarından murat daltaban’a.. hele bu seneki 16 oyunluk vur/yağmala/yeniden işine girişmek nasıl bi cesarettir?.. desteğe devam, elimizden ne gelirse..

1 Aralık 2008 Pazartesi

pazar sabahları işe gitmek bile güzel..

pek erken başlamıyorum ya pazarları mesaiye, beşiktaş iskelesine kadar yürüyorum.. sakinlik sokağa çıkar çıkmaz hissediliyor.. insanlar rahat rahat yürüyor, sürücüler yeşilin sönmesine iki saniye kala gaza basmıyor… pazar için erken sayılacak saatlerde arabalarda kimler var diye merak ediyorum.. önde bir kadınla erkek(anne-baba), arkada bir-iki çocuk görüyorum genelde… üzerlerinde spor kıyafetler.. belki açıkhavada bir yere, muhtemelen nefis bir pazar kahvaltısına gidiyorlar.. mutlu aile görüntüsü ruhumu okşuyor. gökyüzü açık, pırıl pırıl bir güneş var. derin bi nefes alıyorum, ciğerlerimi dolduruyorum egzozsuz temiz havayla.. kadıköy çarşısında manavlar yeni açıyor tezgahlarını.. sebze-meyveleri, önlerindeki daracık yolu ıslatıyorlar.. fazıl bey ilk müşterilerini ağırlıyor.. her zamanki gibi, o küçük yuvarlak mermerli masalardan birine geçip bi sabah kahvesi içesim geliyor.. 9.45 vapuru beni bekliyor, başka zamana erteliyorum kahveyi. kalabalık değil vapur da, en sevdiğim koltuklar boş, istediğim gibi yayılabilirim. elimdeki kitabı-dergiyi kenara atıyorum önce. ömür uzatan manzaraya dalıyorum. deniz ne güzel! martılar az önce kalkan karaköy vapurunun peşine takılmışlar.. karşıda topkapı, sultanahmet, ayasofya... bir sinema karesi olarak içimden geçiriyorum yine, beyazperdede görsem muhakkak vurulurum, kaç kez vurulmadık mı? işte karşımda o manzara. gerçek, canlı, önümde.. belki sadece pazarları farkına varıyoruz. neler neler daha.. muhteşem boğaza açılacağız birazdan.. işe gidiyorum.. işe gitmek bile güzel, pazar sabahları istanbulda..
* işini sevmek de ayrıca mühim tabi