14 Kasım 2009 Cumartesi

alışveriş ve s***ş

bizimkiler de buradaydı o gün.. babam “hangi oyuna gidiyorsun?” dedi.. 2 saniye durdum.. sonra “ingilizce bir adı var” dedim, ama o da tam çıkmadı ağzımdan: “alışveriş gibi bi şeyler işte, karışık biraz…”

dot 5. senesine 2 yeni oyunla giriyor.. biri başladı 10 gün önce: shopping and fucking.. tanıdık bir isim artık: geçen senenin maraton oyunu vur/yağmala/yeniden’in yazarı mark ravenhill’in kaleminden çıkma.. türkiye’ye dot’un tanıştırdığı in-yer-face akımının atalarından.. bir ilkörnek yani.. kesinlikle görülmeyi hak ediyor, kesinlikle ekibin her üyesi bu işin içinde yer aldığı için takdiri hak ediyor. yine büyük cesaret işi çünkü. ama.. olmayan bi şey var, bulamadım.

ne olduğunu bilmiyorum tam. metin yine çok zekice.. tüketim toplumu eleştirisi, bağımlılık, uyuşturucu, alışveriş, para eşittir medeniyet… alışveriş ve s***ş kavramları ister metafor olarak ister doğrudan tam hizmet ediyor metne.. yani evet öncekiler gibi yine rahatsız edici, sert, koltuklarınızda öyle rahat rahat oturamayacağınız türden. ama bi kürklü merkür kadar değil.. bana öyle geldi.. o kadar curcuna yok, belki ondandır. bi de brian karakteri.. bi ayrıksılığı var o rolün. benim için tam oturmayan taş o mu yine de emin değilim.

oyunculuklara söylenecek bi şey yok tabi. cem özeren ve tuğrul tülek, belki önceki performanslarını izleyenlere bi farklılıkları yok, devam rolüymüş hissi verebilir ama düşününce bu oyunun hakkı da budur.. serkan altunorak önplana çıkmadan çok başarılı..

bu ayki istanbul life’da “büyük bir şehirde, kasaba tiyatrosu gibi çalışıyoruz” demiş murat daltaban.. evet sahnedekiler, izleyiciler hep birbirine yakın dot’ta. en azından bi göz aşinalığı var. geçen sene özel olarak düzenlenen bilsar binasının da payı büyüktü.. şimdi kasaba fark edilir şekilde genişliyor. komşu kasabalardan duyanlar da daha çok geliyor, dot da yeni mekanlara açılıyor. yeni oyun pornografi bu hafta dotmarsta: başlıyor…

2 Kasım 2009 Pazartesi

istanbul'un yeni sahnesi

kumbaracı50 bugün açıldı.. seyircisi bol, perdesi hep açık olsun.

23 Ekim 2009 Cuma

olsun..

yazamıyorum ne vakit.. bi-iki denedim ama gitmedi sözcükler, tıkandı. olsun, şuraya bikaç satır da olsa bi şeyler yazacağım diye açtım bu notu.
güzel bi gündü mesela, bunu not düşeyim. öyle büyük şeyler beklemeyin. güzel bi ses tanıdım: jehan barbur. arada duymuşum tabi, hele 1-2 haftadır döndürüp döndürüp dinlediğim gürol ağırbaş düzenlemeli ezginin günlüğü şarkısı: yaprak! oradaki ses işte! bi defa bunu yazın bi kenara: deli bi şarkı, düzenleme, ses! yahu bu çeyrek albümünü 2 sene önce çıktığında aldım, dinledim kaç kereler. ama demek bazı şarkılar bi kulağımdan girmiş bi kulağımdan çıkmış. işte 2 hafta önce şöyle yeniden hatırlamak için dinleyince önce sabahat akkiraz'dan(hayır hiç 14 isim içinde olmasıyla ilgili değil) gemi aldı götürdü.. sonra da hemen ardından başlayan yaprak işte, jehan barbur. albümü çıkmış bu yılın başında: uyan. onu da dinledim az önce. nasıl duru bi ses, nasıl sevindim..
başka ne mutluluk verdi bugün bana: filmekimindeydim.. monica belluci ve sophia marceau'lu dönüşüm'ü izledim. psikolojik gerilim. güzel başlayan, ortalarda biraz sıkan, eh biraz sarkan belki. yani evet çok başarılı değil, idare ederdi ama festivalin havası işte, güzel bi şey..
a bak sonra asıl bu kısmı güzeldi günün: hava harikaydı. filmden sonra ayaklarım tünel, şişhane, kuledibi'ne gitti. önce bilmediğim sokaklara girdim.. değişik değişik dükkanlar, kafeler çıktı karşıma, tesadüfen uzak ihtimal'in çekildiği sokaklara düştü yolum.. bi gün yanımda biri olursa ona buraları da göstermeliyim diye aklıma yazdıktan sonra gittim kuledibinde çayhaneye oturdum. mutluluk ya bu, hani küçük şeylerde derler: çay da tost da şaşırtıcı güzellikte çıktı, keyiflendim. mungan'ın son hikayeleri vardı yanımda, okumaya devam ettim. bazısı pek sevmez, burun kıvırır, ben severim; altını çizmek istediğim satırlar, beni içine çeken hikayeler, yazma isteği uyandıran anlatımlar bulurum onda.. yine öyle, hoşuma gitti.
sonra karaköyden kadıköye vapur sefası.. tarihi yarımadanın üzerinde güneşin kızıllığı. sevilmez mi bu istanbul, dedirtiyor.. mutluluk işte.
eh neyse, asıl yazmak istediklerimi yazamadım ama not amacına ulaştı herhalde, bikaç satır çoktan geride kaldı.. uyku istiyorum şimdi..

13 Eylül 2009 Pazar

'90 lardan ilk 20

ah! bi beğeni listesi oluşturmak delilik!.. hem çok zevkli, hem ne zor.. ve illa ki riski de çok. facebook’ta birileri başlatmış 90’lı yılların en iyi 20 albümü diye.. bi arkadaş da bana gönderdi epey önce.. canım çekti dün, “bakalım” dedim, “kimler olabilir?..

1- LEVENT YÜKSEL MED CEZİR - 1993
2- TARKAN AACAYİPSİN - 1994
3- YILDIZ TİLBE DELİKANLIM - 1994
4- CANDAN ERÇETİN ÇAPKIN - 1997
5- YAŞAR DİVANE - 1996
6- HARUN KOLÇAK BENİ AFFET - 1991
7- SERTAB ERENER LÂ’L - 1994
8- AŞKIN NUR YENGİ SEVGİLİYE - 1990
9- BENDENİZ BENDENİZ I- 1993
10- MUSTAFA SANDAL GÖLGEDE AYNI - 1996
11- SİBEL ALAŞ ADAM - 1995
12- RAFET EL ROMAN GENÇLİĞİN GÖZYAŞI - 1995
13- KENAN DOĞULU YAPARIM BİLİRSİN - 1993
14- FERDA ANIL YARKIN AŞKIN YETMEZ - 1993
15- İZEL-ÇELİK-ERCAN ÖZLEDİM - 1991
16- YONCA EVCİMİK YONCA EVCİMİK 94
17- MİRKELAM HER GECE - 1995
18- GÖKHAN KIRDAR SERSERİ MAYIN - 1994
19- EMEL MÜFTÜOĞLU EMELCE - 1994
20- SUAT SUNA ANSIZIN ÇEKTİN GİTTİN - 1993

sonunda böyle bi liste kaldı elimde ama pek öyle değil.. bi kere işi kolaylaştırmak için kendi kendime birsürü kısıtlamaya gittim..
öncelikle 90’lar deyince türkiye’de müzik pop’tur.. o yüzden teoman ya da ne bileyim feridun düzağaç, haluk levent, athena gibi, yaptıkları müzik için tam anlamıyla pop denemeyecek isimleri liste dışı tuttum..
sonra, sadece popüler olanları aldım. dolayısıyla elimdeki listeyi “en iyi 20” diye tanımlamak hiç doğru değil aslında. kaliteli ama pek göz önünde olmayan albümleri de ayırdım böylece..
dahası… sezen, ajda, kayahan, nilüfer, mfö, nazan abla gibi isimleri liste üstü saydım (bi de oya-bora'yı). dolayısıyla onları da almadım.
başka… “bir şarkıcı sadece bir albümle listeye girebilir” dedim. bu, kesinlikle daha fazla isme yer açtı. çünkü aksi olsa, hepsini geçtim, bi defa tarkan tek albümle kalmazdı.. ama bu yöntemin küçük de bi zorluğu oldu: bikaç albümle listeye girebilecek şarkıcıların en iyi albümleri hangisiydi diye ayrıca düşünmem gerekti.. bu noktada kararlarımdan pek de emin olamadım.. sertab, aşkın nur yengi, mustafa sandal (pekala “suç bende” de olabilirdi), kenan doğulu(belki “sımsıkı..”yı almak daha doğruydu), yonca evcimik (“kendine gel”i az mı dinledik?) epey zorluydu.. parantez yine yonca evcimik için: ’94 albümünü seçmemde az önce yeniden dinlediğim tükendik’in rolü büyük oldu)
son olarak, genelde 10 yılın sonlarına pek rağbet etmeden birbirine yakın tarihli albümlere yer verdim. sektörün daha içinde olduğum, çaldığım, dinlediğim, dinlettiğim albümler doğal olarak ağırlık kazandı..
e onca kafa patlattım, alanı daralttım, terazinin bi yanına birilerini ötekine diğerlerini koydum, eledim, seçtim.. burak kut, yeşim salkım, demet, asya, of aman nalan, deniz arcak, soner arıca, serdar ortaç, hakan peker ve daha niceleri de vardı 90’larda ama işte yok oldular.. hayat bu!..

5 Temmuz 2009 Pazar

federer zirvede tek

nasıl duygular içindeler? yüzlerinden okunuyor bi şeyler ama..

federer: en çok grand slam kazanan tenisçi artık o.. "15" yazılı sweatini hazırlamış, geçirdi üstüne.. yeniden 1 numara. tamamen mutluluk.. hiç mağrur değil..

roddick: deli bi maç, 4 saati geçti. belki daha çok hak eden oydu.. yüzünde biraz bu var: haksızlık?..

sampras: rekoru tarih oldu.. artık sadece tarihin en büyüklerinden.. maç boyu hep keyifli göründü. ama son ekrana geldiğinde sanki artık kendi halini düşünüyordu: oğlum gözlerin bu kadar senin üzerinde olduğu son maç buydu..

nadal: ekranda yoktu.. nerde bilmem.. mallarco? ama eminim sonucun en çok üzdüğü kişi. engel olmak elinde de değildi. iyileşmek, federer'e karşı yeniden mücadeleye başlamak, yine 1 numara olmak için acayip hırslanmıştır şimdi..

27 Haziran 2009 Cumartesi

pazar pazar

gazeteler internete karşı kesin yenilgiye uğramayacaksa bunu sağlayacak nedenlerden birini biliyoruz hepimiz:
pazar ilaveleri..
o renkli renkli, tatil havasına uygun türlü çeşitli konuların işlendiği, en bomba röportajların hiç yer sıkıntısı çekilmeden geniş geniş verildiği ekler.. kim sanal alemde, bilgisayar ekranından okur ki onları!..
geçen pazar yazacaktım aslında. yazın tembellik alıp başını gidiyor, en küçük şeyler yük oluyor, bugüne kaldı.. babalar günü nedeniyle genel bi konu bütünlüğü vardı bu kez ilavelerde. en zoru da budur herhalde. aynı konuda farklı şeyler ortaya koyabilmek, bir adım öne çıkabilmek..
hürriyet pazar bi süre önce kısmen yenilendi ya, evet başarı sağlandı bi parça.. babalar gününde benim için en iyi röportajlardan biri ordaydı.. ya da isim çok yerindeydi.. (hayır ca değil, onu cumartesi sabahı okumuştum soğuk bilgisayar ekranından ben, pazar günü hiç bakmadım) futbolcu deniz barış röportajı.. şöyle başlamış sibel arna:
“Deniz Barış deyince herkesin gözünün önünde tek bir fotoğraf karesi var. Anneleri aniden ölünce, antrenmanlara çocuklarıyla gelmek zorunda kaldığı zamanlarda çekilmiş bir fotoğraf. Birini kucaklamış, diğerinin elinden tutuyor.”

3 yıl geçmiş üzerinden.. ve evet o günleri aşmış Deniz Barış.
“Artık her şey geçti mi?” sorusuna
“Hiçbir zaman geçmiyor, geçmeyecek de.” dese de yeni bir hayatı var. Yanında da çocuklarından başka onu yeniden hayata bağlayan biri: Esra..
bu röportajı sevdim. nedeni, bi defa sadece babalık etrafında gezinmemesi, işin içinde bi karşı cins duygusallığı da olmasıydı herhalde, öyle hissettim. iyi geldi..

bi diğer röportaj zaten adıyla öne çıkıyordu hemen: milliyette okan bayülgen.. yakında o da baba olacak ya, ondan sebep konuşmuş miraç zeynep özkartal.. yaş almak insana çok şey katıyor, bunu görmediğim kişi çok az.. okan bayülgen de onlardan. yine bi parça snob, etrafına saldıran, kışkırtan ama değişen bi şeyler de var belli.. daha farkında. hoşuma gidiyor. 2 gün önce ntv’de hülya avşar’la konuşurken bu kez ikisi için de geçerliydi aynı şeyler, orda söylenenlerden de konuşmak gerek belki başka zaman. ben, bu babalar günü için söyledikleriyle bitireyim:

“Boşanmış anne babanın çocuğu olmak, bir sürü anne-baba gelince avantajlı mı oldu?
Kesinlikle. Hiç kimseyi de suçlamam, boşandılarsa boşandılar. Bu önemli bir şey değil, herkesin annesi babası boşanıyor. Ama bunu kesinlikle çocuğuma yapmayacağım.

Madem önemli değil, neden bu kesin karar?
Çünkü 45 yaşında zırlayacak halim yok, ama aynı şeyi 15 yaşındayken konuşsaydık bayağı hökür hökür ağlıyor olurdum.”

1 Haziran 2009 Pazartesi

isteyince olur mu her şey?

3-4 haftadır adet edindim, pazar sabahları, gece çalışmanın yorgunluğu da olsa işten çıkınca eve gidip duş alıp yatmak yerine deniz kıyısında bi yerlerde güzel bi pazar kahvaltısı ayarlıyorum kendime.. bu pazarın programı biraz farklıydı, dot-bilsarda’da vur/yağmala/yeniden’in son gösterisini izlemem gerekiyordu saat 11’de. (haftaya artık toplu gösterimler var çünkü, bitti sezonun büyük projesi) o yüzden kahvaltı mekanım şişhane’ye yakın bi yer diye karaköy’de namport oldu.. namlı’nın kahvaltılıklarının zenginliği ve kalitesine bankacılık yıllarımdan eminönü’nden aşinayım. “tam tadını çıkardım” diyemem, 1-1,5 saat yetmedi… tünel’den doğru bilsar’a.. son oyunda murat daltaban’ın da oynaması çok iyi olmuş. 8 gösteri adına, tüm proje için alkışladım daltaban’ı, hepsini.. haftaya eminim yıl boyunca 8 gösteriyi izleyenler de orda olacaktır, seyirciler de bu projenin bi parçası artık. sonra sultanahmet’e geçtim.. tarihi yarımada istanbul’un en güzel köşelerinden. sadece sunduğu muhteşem silüet için değil.. ihmal etmeden, ara sıra içine de karışıp o tarihi havayı dünyanın dört köşesinden gelenlerle birlikte solumak gerek.

sonra birkaç işim daha vardı.. eve girdiğimde 4’e geliyordu galiba saat. televizyonu açtım, var mı bilmem gereken şeyler diye.. moto gp’yi görünce hatırladım: sabah çıkarken filiz’e müjdeyi vermiştim: son bültenin 2’de.. 6’ya kadar haber yok, diye.. kanallar arasında gezindim biraz. ne kadar sonra bilmem, bu yazıyı bana yazdıran asıl konu karşıma çıktı: fransa açık’ta, bir kez daha nadal kortta.. geçen hafta ilk turda içime doğmuştu 5. zafer gelmeyecek, diye.. ah, ilk turda elenmesi çok daha büyük sürpriz olurdu ama olmadı. böyle dediğime bakmayın, federer-nadal kapışmalarında ben hep ispanyol’u tuttum. kişisel bi şey değil yani. belki artık farklı isimler de olsun, bu kadar da güç odaklı bi spora dönüşmesin düşüncesi etkilemiştir, bilmem.. ama istedim işte yenilmesini ve hissettim. nadal dün yine deli gibi vuruşlar yaptı, 2. sette şans da yanındaydı ama olmadı.. soderling başardı. başarmış yani.. 3. seti de izledim ama 4. setin neresinde artık uyku beni esir aldı hatırlamıyorum. haberi sabah ntv spor’dan aldım. mert aydın yazmış, filmini bekliyoruz şimdi bu maçın, neden olmasın.
http://www.ntvmsnbc.com/id/24971663/

12 Mayıs 2009 Salı

fareler ve insanlar

gazap üzümleri’ni okuduğumda sanırım lisedeydim. uzun süre etkisinde kalmıştım, öyle çarpıcıydı. hala, okuduğum kitaplar içinde en iyilerden sayarım.

steinbeck, bu kez devlet tiyatroları’nda çıktı karşıma. genç kuşak birimi, fareler ve insanlar’ını oynuyor bu sezon, “gençlik oyunu” başlığıyla sahneleniyor zaten. bence çok yerinde bir seçim. doğrusu beklemiyordum ama seyirciler arasında da gençleri görmek sevindirdi beni.

devlet tiyatroları bu sezon birkaç kez hayalkırıklığına uğratınca kendimi geri çekmiştim. hele ki özellerde böylesi ilginç ve kaliteli oyunların olduğu bir dönem.. yine de izlemek istediğim bir-iki oyun var ama onlara da ya bilet bulamıyorum ya uzak kalıyorlar bana.. neyse ki bu kez pişman olmadım.

bi defa önce başarılı bi sahneleme bence. yönetmen Zurab Siharulide.. sahneyi ikiye ayıran şeffaf beyaz perdeler, salıncak, ritim, adımlar, tavşan kulakları çok yerinde kullanılmış. sadece oyuncular, tamam konu öyle koşturarak giriyorlar da, sanki pat diye, hani arkadan birisi itmiş dibi geliyorlardı sahneye. evet oyuncular. onlar da gencecik. biraz amatörlük hissediliyor ama rahatsız edici değil, aksine yakışıyor sahneye. iki başrolün adını anmak gerek: berk yaygın, sefa tantoğlu.. hiç fena değiller ve daha iyi oyunlarını izleyeceğiz mutlaka.

konu? yine büyük bunalım yılları, işçiler, onların hayalleri, yalnızlıkları, çaresizlikleri… sadece işçilerin değil ki, sadece o yılların değil.

fareler ve insanlar şişli cevahir sahnesi’nde oynanıyor. doğrusu sevmiyorum orayı. bir alışveriş merkezinin içinde, hele o kadar büyük, kapalı, kasvetli bir yerde tiyatro izlemenin düşüncesi bile kötü geliyor. ama bir yanının da hakkını vermeli hani: koltukları rahat, araları geniş, tiyatro için büyük nimet..

23 Nisan 2009 Perşembe

insanlık halleri

son dinlediğim için mi bilmem, uçurtmalar sanki en iyisi..
belki çoban yıldızı..
bi dinleyişte en dikkat çekeni: ruhun sarışın.. çok anlamam ama ritmi cohen'in democracy'sini andırdı bana.
mavi kuş ve küçük kız, ortaçgil'e güzel bi saygı duruşu, tamam da o yaylılar çok arabesk olmamış mı?
fahişe.. daha iyisini en güzel hikayem'de yapmamış mıydı?...
ve aslında başka şarkılarda da aynısı.. çokça tekrara düşmüş bi teoman albümü..
ama seviyoruz bu adamı.. öyle de böyle de..

28. festival - son

festival bitti, ben izlediğim son iki filmden bahsemedim. yazayım da eksik kalmasın..

korkma benden, danimarka yapımı bi psikolojik gerilim.. konu çok özgün değil ama özellikle ulrich thomsen izlettiriyor.. başarılı bi adamın, rutinden sıyrılıp altbenliğini keşfi. ki pek hayırlı şeyler çıkmıyor tabi ki ordan. merak duygusunu ayakta tutmayı başarıyor. severim böyle filmleri. sevdim..

gidişler, bu yılın yabancı dilde oskar ödüllü japon filmi. nette bu filmle ilgili pek kötü bi şey bulamazsınız belki, ben yazayım. merkezde tamamen yerel bi konu var: ölen kişiyi son yolculuğuna hazırlama.. japon kültürüne özgü ritüeller ilgiyi artırıyor. hikaye ise her yerde yaşanabilecek türde.. müzikler mükemmel. neyi kötü?.. vardığı yer! bu filmden daha iyi bi hikaye gelişimi, daha iyi bi son beklemek hakkımız gibi. yoksa sadece bana mı öyle geldi hollywood düşüncesine sahip bi son olduğu? milliyetçilik yapayım: üç maymun daha iyi..

17 Nisan 2009 Cuma

28. festival - 2

bu festival filmlerine gittiğimde bi tuhaflık hissetmeye başladım.. genelde salonlar tıklım tıklımdı, özellikle galalarda tabii. sinemanın önünden başlayan aşırı bi kalabalık.. fuayede, salonda.. koltuğunuza oturuyorsunuz bitmek bilmiyor girenler. festival dışında artık fazla yaşanmayan bi durum. bi yandan güzel ama tuhaf da geliyor artık: onca kişinin biraraya gelip iki saat bi salonda, başka hiçbir şeyle ilgilenmeden aynı perdeye odaklanması.. bi duygudaşlık ama rahatsız edici bi yanı da var. öyle işte..

filmler üzerine küçük yorumlara devam edelim.
geçen cuma bi rumen filmi seyrettim: oltanın ucunda. 4-5 oyunculu.. büyük bölümü bi dere kenarında geçiyordu. belli ki pek para gitmemiş. ama deneysel yanı da var. yönetmen film boyunca olan biteni sadece karakterlerin bakış açısıyla çekmiş. kamera bi birinin gözünde, bi karşısındakinin.. çok rahatsız edici başta.. yeter, ne zaman vazgeçecek bundan, dedim, ama sonuna kadar devam etti. gerçi dere kenarında kamera geçişleri uzayınca alıştık sayılır.. yine de sinema çıkışında fark ettim ki çoğu kişiye sıkıcı gelmiş. ben öyle hissetmedim. evet durağandı ama derdini iyi anlatıyordu. insanlar arasındaki güvensizliği, iletişimsizliği basitçe gözler önüne seriyordu. berkun oya'nın bayrak'ta yaptığı gibi.. ilginç o da "oltalar suyun altında karıştı" diye başlamıyor muydu? son not: sadece bi araba camından gördüğümüz romanya caddeleri ne kadar türkiye’ye benziyor öyle..

cumartesi galası: ricky. en çok merak ettiklerimden biriydi.. ilginç bi hikaye: uçan bebek. biraz gizemli, gerilimli.. ama dozunda, ozon’un diğer filmlerinden havuz ya da kumun altında’ki kadar. filmin başındaki sahneyle sonunu pek örtüştüremeyebilirsiniz, uğraşmayın.. o sahnenin yeri başkaymış, orada mantıklı oluyor ama kurgu sırasında demişler ki izleyicinin aklı karışsın, farklı yorumlar yapsın, bunu başa koyalım. öyle bi şey işte. üzerine birçok yorumlar yapılır ama doğrusu olmayacak.. ben sevdim ricky’yi, ricky’den çok minik ablasını..

pazar akşamı, bi türk filmi: uzak ihtimal. tam gs-fb derbisi saatinde. baştan sona izlediğim maç sayısı zaten çok azdır. yine, maç mı film mi diye hiç düşünmedim ve yanılmadım. çok mu iyiydi uzak ihtimal? hayır.. sadece iyi demek hiç haksızlık değil. mahmut fazıl coşkun’un ilk kurmaca filmi. ahmet hakan’ın, hani soyadı vardı coşkun diye, onun kardeşi.. istanbul’a yeni gelen bi müezzin ile bi rahibe adayının platonik aşkı.. arada başka şeyler de var. baba rolü de önemli bir yer tutuyor mesela ama ben zorlama buldum o kısımlarını. kadın-erkek, müezzin-rahibe ilişkisi, duygular çok da söze gerek kalmadan iyi anlatılmış.. taşradan kente gelen adamın hali de öyle.. senaristler arasında mahmut fazıl’ın adı yok ama film sonrası sorularda da ortaya çıktı ki fikir ve yönlendirme açısından belki de en fazla onun etkisi olmuş. “ben bu filmin yönetmeniyim” diyor, “her aşamasında izim var ama her başlığın altına ismimi yazmama gerek yok”.. mesaj gitti bi yerlere. söyledim, gereksiz yere söze başvurulmamış, karakterler sınırlı, çok hareketli bi hikayesi yok ama yine de ilgiyle izleniyor film.. gündelik hayata dair, iyi gözleme dayanan gülümseten yanlarıyla daha yakınlık hissediyorsunuz.. son not: görkem yeltan. gölge’den sonra burada da gizemli bi karakterde çok başarılı, çekici, yetenekleri geniş ve uzun süre bizimle beraber güzel yollarda yürüyecek belli..

salı akşamı başka bi türk filmi: hayatın tuzu. ilginç bi film.. hani bazen pek hoşlanmazsınız da anlamadığınız, çözemediğiniz, altında farklı anlamlar barındırdığını hissettiğiniz ya da öyle hissettiren filmler vardır. o filmler için, biraz kendinizi de koruma güdüsüyle aleni kötü demek zordur.. öyle işte. yeni filmlerine bakmak gerek murat düzgünoğlu’nun.. artısı: levent ülgen.

perşembe gündüz: zift. önceden planlamadan o günkü boşluğuma göre karar verip izlediğim bi bulgar filmi. yönetmeni javor gardev.. bi yerlerden bulun ve mutlaka izleyin. "bok miktarı arttıkça verdiği zarar azalır, tabi manevi olarak”

9 Nisan 2009 Perşembe

28. festival - 1

çok uykum var.. ama az önce izlediğim film yarın da var ve gitmek isteyenler çıkabilir. onlar için belki benim bir-iki sığ yorum-önerim faydalı olabilir. film: il divo.. lönk diye söyleyeyim: italyan siyasi hayatına çok hakim değilseniz kesinlikle sinemada izlemeyin.. kötü demiyorum. karakterler, kurgu falan başarılı hatta ama, işte tuzak bi film. evde sindire sindire izlenesi..

o zaman izlediğim öteki filmler hakkında da birkaç cümle..
açılış filmi: hoşgeldiniz.. fena değil. türk-kürt oyuncular ve tanıdık konuşmalar var ama önemli uyarı: bi fransız filmi, ona göre..

baader meinhof. yakınlarda girecek herhalde gösterime. başarılı. kesinlikle sinemada izleyin ki o kalasları kafanızda hissedin. bi parça uzun ama olsun, nasıl olsa festivalde izlemeyince 10 dakika ferahlama şansınız olacak. artısı: moritz bleibtreu.

kanun benim.. ed harris'ten bi western. harika.. 4 film içinde yüzümü en çok güldüren. "ben o tarz filmleri sevmem" demeyin, hata edersiniz.. artısı: ne çok özlüyor insan koca koca binaların olmadığı bir dünyayı..

31 Mart 2009 Salı

avenue q türkiye

arkamdaki gruptan biri, volkan severcan’ı gösteriyordu diğerlerine: “dün televizyonda ne dedi biliyor musun: bebeğimizi dünyaya getirdikten sonra eşim gözümde tanrısallaştı. ‘bunu söyleyen adamın gösterisi izlenir’ dedim, aldım biletleri..”

o akşam volkan severcan’ı izleyemediler. reji koltuğundaydı sadece ama karar doğruydu. eminim mutlu, gülen yüzlerle ayrıldılar salondan.

avenue q türkiye’den benim de sanırım cenk sökmen’in duvarından haberim oldu. muhteşem bi kadro, türkiye’de örneği olmayan bi proje. ben de durmadım, hemen aldım biletimi.. ne yazık, cenk sökmen de yoktu galada.. ya da ‘oynamadı’ demeli, selamlamanın sonunda emre altuğ kolundan tutup çıkardı sanırım sahneye.. (hemen belirtelim o zaman: volkan severcan kardeşi bora ile,, cenk sökmen de kardeşi? melis sökmen ile dönüşümlü oynuyorlar. bu arada kadroda, sökmen’lerden olduğu izlenimi veren biri daha vardı, ama değilmiş: can bora genç)

bilmeyenler soruyor belki: yahu ne peki bu avenue q?.. kolayca, büyükler için susam sokağı diyen var.. kuklalar ve onlara hayat veren oyuncularla bi müzikal, gösteri.. işte adresi: http://www.avenueqistanbul.com/index1.html

evet susam sokağına benziyor, yakın karakterler var: edi ile büdü ya da kurabiye canavarından kopya mesela.. oyuncuların rolü ellerindeki kuklaları oynatmak, konuş(tur)mak.. ses vermek, ruh vermek. onları öyle izlemek o kadar keyifli ki. arada kaçacak biliyorum ama gözünüz kuklada olsun daha çok. keyfiniz ve şaşkınlığınız artacak, bu emeğin karşısında sahnedekilere daha çok saygı duyacaksınız.. bu arada söylemeye gerek var mı bilmem, susam sokağına benzer ama konular biraz daha yetişkinler için. ben projeyi çok sevdim, harika bi iş çıkmış ortaya, tek itirazım hikayeye.. dil yetişkinlere göre tamam da konu fazlaca basit sanki, orda belli bi yaş düzeyi korunmak istenmiş gibi. bence bu ekip bu projeye çok daha güzel bir hikaye yazabilirdi. bu mümkün müydü bilmiyorum ama o zaman her şey dört dörtlük olurdu bence.

yine de görmemek olmaz.. bambaşka bi iş. son derece keyifli.

son olarak, yazmayacaktım, diğerlerine haksızlık olsun istemiyorum, bora severcan, emre altuğ, demet tuncer, diğerleri, hepsi çok iyiler ama duramadım yazmadan da: engin alkan muhteşemsin

23 Mart 2009 Pazartesi

gölge ve 28. festival

neredeyse 1 sene olacak.. gölge ilk kez 2008 festivalinde seyirci karşısına çıkmıştı, orda izlemiştim.. vizyona girmesi ise nihayet.

bi dönem filmi gölge.. mehmet güreli’nin peyami safa’dan uyarlaması. değişik bi havası var. hoşuma da gitmişti, sıkıldığım yerler de olmuştu. dönemi iyi yansıttığı anlamına gelir mi bilmem, eski bir film izliyormuşum hissine kapıldığımı hatırlıyorum (bugün izleyenler daha çok böyle düşenebilir, vizyona girinceye kadar eskidi çünkü). venedik sahneleri çok güzeldi.. o başka filmlerden çok bilindik venedik çıkmayacak karşınıza. ağır, romantik, biraz gizemli.. fransız filmlerine yakın sanki. tuhaf. içten içe sevmişim.. şimdi yeniden göresim geldi. venedik’i özelikle. oyuncular da iyiydi, abartısız ve sağlam.

bu arada bu yılki festivalin biletleri yarın çıkıyor satışa.. az önce göz attım ve ufak bi liste oluşturdum. bakalım gitmeye fırsat bulabilecek miyiz?

kesin görülecekler:
baader meinhof, ricky, il divo, kanun benim, uzak ihtimal, korkma benden..

bi ihtimaller:
hoş geldiniz, gidişler, bu filmde ben varım, piçler, tulpan…

bi de saat ve gün olarak hiç uymayanlar var, onlara hiç bakmadım ne yazık ki..

17 Mart 2009 Salı

bir tiyatro günü

cumartesi günü dotbilsarda sezon finalinin bir provasını yaptı adeta.. vur/yağmala/yeniden’in şimdiye kadar sahnelenen 5 gösterisi art arda sunuldu.. aradaki 1 saatle birlikte 6 saate yayılan bir tiyatro maratonuydu.

ben o kadar kalmadım. kaçırdığım 2. gösteriyi izledim, 4.yü yine başka zamana bıraktım, zira benim için de ayrı bi tiyatro günüydü cumartesi.. dot’tan çıktım oyuncular tiyatro kahve’ye, ordan çıktım kenterler’e..

bilsar’da korku ve sefalet’te uğur polat vardı bi kere.. adı yeter. ama ben asıl, savaş ve barış’ta cem özeren’i çok başarılı buldum. en son gölgesizler’de çıraktı galiba. çok iyiydiler tuğrul tülek ile birlikte, alex ve asker..

bu arada dot’ta izleyiciler arasında oyunların yazarı mark ravenhill de vardı. pazar günü de paneli.. ravenhill, dot’un bu oyunları sahnelemedeki hızını ve cesaretini övdü, başka tiyatrolar için örnek olduğunu söyledi. rusya’da çekinmişler mesela sahnelemeye..

dot’un böyle bir avangart rolü var. belki de bu yüzden takipçileri genelde belirli.. çoğunu tiyatroyla teoride ya da uygulamada ilgilenen kişiler oluşturuyor. haftasonu da öyleydi. cumartesi izleyeciler arasında bisürü oyuncu vardı yine, sürmanşet ekibi topluca gelmişti. pazar günü de sorular hep tiyatro üzerine yazan, araştıran, kafa yoran kişilerden geldi.

cumartesimin hayal kırıklığı atölye tiyatro topluluğu’nun ödemeli arama’sı oldu. telefon kulübesi filminden hatırlanabilecek, ordan uyarlama ve çok şey vadeden bir metin.. ama sanki istenen ile ortaya çıkan arasında epey fark vardı. rahatsız edici bi amatörlük belki..

akşam ise kenterler’de cimri.. muhteşem bi klasik.. mehmet birkiye’nin rejisi harika bir dans koreografisi gibi.. birkiye cimri baba rolünde sahnedeydi aynı zamanda, ama sanırım müşfik kenter ile dönüşümlü oynayacaklar.. müşfik kenter için de yeniden izlenmez mi?.. galanın tek sıkıntısı aşırı kalabalıktı.. dolsun tabi ki salonlar ama düzensizlik olmasın, insanlar ayakta kalmasın değil mi? ayrıca uzun tek perdelik oyunlarda havalandırma da ayrı bir sorun oluyor. son bir tüyo, sahnenin tamamına hakim olmak için kenterler’de cimri’yi kesinlikle balkondan, mümkünse ön orta koltuklardan izlemeye bakın.. budur.

8 Mart 2009 Pazar

39 basamak

bazen neyle karşılaşacağınızı bilmeden, hiçbir yorum okumadan bi oyuna gitmek de iyi oluyor.. tiyatronun adı yetebiliyor bazen, gözü kapalı gitseniz pişman olmuyorsunuz..

39 basamak, hitchcock filmlerinden biri.. bi polisiye roman uyarlaması. izlediğimi bile unutmuşum. kenterlerde tiyatro uyarlaması sanırım bir yıldan uzun süredir oynuyor.. görmek istiyor ama oyun haliyle ilgili hiçbir şey bilmiyordum. cuma akşamı izledim. çok keyifliydi, çok eğlendim.

bi polisiyeden harika bi komedi çıkmış ortaya. daha doğrusu tam bi absürtlükler silsilesi. başta yönetmen mehmet birkiye’yi alkışlamak gerek. sonra olağanüstü performansları nedeniyle oyuncular demet evgar, hakan gerçek, okan yalabık, bülent şakrak.. onca karakteri 4 oyuncudan izliyorsunuz oyunda. sadece hakan gerçek bi tek rolde. diğerleri rus oluyor, köylü oluyor, polis oluyor, şovmen oluyor, rüzgarda uçuşan çalı bile oluyor.. dekorlar aynı absürtlükte.. hikaye çok da önemli olmuyor bi noktada. öyle bi ritim yakalanıyor ki hikayeyi merak etmiyor duruma gülüyorsunuz. bütünü çok iyi ama benim favorilerimden biri tren sahnesiydi, imkan olsa tekrar tekrar izlesem. son olarak demet evgar.. güzel kadınların bi de böyle başarılı olduklarını görmek iyi hissettiriyor insanı.. ya da beni, başkasına karışmayayım.

6 Mart 2009 Cuma

muhabir

zamanın çok hızlı geçtiğini düşünmeyen var mı? geçen gün 29 yaşımı bitirdim.. ara sıra geriye dönüp bakınca şaşkınlığım çok büyük oluyor. küçük miktarda da olsa bi işten para kazanmaya başlayalı 15 yılı geçmiş.. para kazanmak mühim. birileri sizin emeğinize karşılık bir şeyler ödemeye başladıysa çocuk sayılmazsınız artık, çevrede olup bitenlerin farkında, dünyayı tanımaya başlamışsınızdır.. ama o yaşlarda zamanı algılayamadığımı şimdi anlıyorum. muhtemelen şimdi de hakkını veremiyorum, bakalım ne zaman fark edeceğim.

15 yıl önce.. o kadar yakın geliyor ki. o günkü halimi düşünüyorum: 14 yaşındayım. ve o yaşımdan şimdi bana çok kısa gelen 15 yılı çıkardığımda daha doğmamış bile oluyorum. ülke kara günlerin içinde.. 12 eylül daha yaşanmamış. 15 yıl önce, yani 14 yaşımdayken ne kadar da yakınmışım o günlere, farkında değildim. üzerinden çok çok uzun zaman geçmiş gibi gelirdi, bilmezdim. oysa yaşadığım o günler, 12 eylül’ün, o günlerde yaşananların izlerini taşımıyor muydu? şimdilerde o izler yine yok mu? 90’larda yaşadığımız nice kara olayların izleri yok mu? olmaz mı, hiç uzak değil ki..

zaman zaman aklıma gelen şeyler bunlar.. bugün yeniden düşündürten memet ali alabora’nın muhabir’i oldu.. memet ali çok güzel hikayeler anlattı, ailesinden, annesinden, babasından, çevresinden, hayat’tan.. sonra muhabirlik günlerinden, aktör olma yolunda yaşadıklarından. kimi zaman duygusal, kimi zaman matrak, kimi zaman işte böyle düşündürten.. çok hikaye vardı, görüntüler vardı.. örneğin biri, o kadar çok izlemiştik, o kadar çok içimize işlemişti ki hiç unutmayacağımı sanırdım: israilli iki askerin bir filistinlinin kolunu taşla vura vura kırma görüntüsü.. belleğe güven yok, ne kadar gerilerde kalmış, şaşırdım..

zaman hızlı geçiyor.. girişteki gibi, zamanın bize oynadığı oyunu algılama çabama bazen anne-babamı da katarım.. örneğin işte yine 15 yıl önce, ben 14’ümdeymişim, annemi hesaplarım: 46 yaşındaymış. yaşlı sayılmaz. ağbimin şu anki yaşından 4 yaş büyük. düşününce genç bile gelmeye başladı.. ağbimin yaşlandığını kabul etmek daha zor şimdi. sonra acaba ben doğduğumda annem kaç yaşındaymış, ufak bi hesap: 32.. yani şu anki yaşımdan sadece 3 yaş büyük.. artık buna genç diyeceğim.. 5-6 yaşlarımı hatırladığıma göre annemin genç sayılabilecek yaşlarını da az çok hatırlıyorum demektir. oysa annem imgesi hiç gençlik çağrıştırmaz bana.. neyse, nerelere geldik.. siz de okumuşsunuz buraya kadar. bunları düşünmek belki tuhaf, belki başkaları da düşünür. bilmiyorum, sadece aklıma geliyor bazen..

memet ali alabora, avkıranlar ellerinize sağlık..

gölgesizler

merakla bekliyorduk, gölgesizler beyazperdeye düştü..

gerçi müdavim okur, yazıdaki düşsel yoğunluğun sinemada görülür kılınma çabasını kendi alanına bi müdahale kabul eder çoğu zaman.. bu tür girişimlere baştan mesafeli yaklaşır, bazısı filmi hiçbir zaman izlemeyecek kadar önyargılıdır, bazısı sonuçta yine yazarının bi parçasını taşıdığı için filmi de bir an önce görmek ister.. onların yorumları da ayrı olur elbet..

gölgesizler’i okumamıştım.. hasan ali toptaş’ın güçlü kaleminin farkında olan biriyim sadece, müdavimi sayılmam. o yüzden bi önyargım varsa filmden yanaydı; iyi roman, iyi yönetmen, iyi oyuncular vardı önümde.. karşıma çıkansa karışık bi film oldu.. anlam açısından düşünmeyin tabi ama, çağan ırmak’ın kabuslar evi serisinin toplamı gibiydi.. belki amaç da buydu, bi toplam vermek, işte herkesin bi gizlisi var, olmayacak şey yok, iyi kötüyle var, hepimiz kardeşiz ve daha birçok doğru-yanlış yoruma izin vermek, düşündürmek.. bilmiyorum, olabilir.. ama öyleyse de sonu çok kötü bence.. iyi yanları: at sahnesi, oyunculuğunu fazla göremesek de taner birsel, sevgili beyti’ye hem de hiç azımsanmayacak kadar rastlamak ve bekçi rolünde hakan karahan.. a tabi bi de candan erçetin’in müziği var ama trabzon’da yazılar akmaya başlayınca filmi durdurma adeti varmış, ondan sinema salonunda mahrum kaldık..

22 Şubat 2009 Pazar

dot'a övgü

sadece yetenek değil bazı şeyler.. daha çok cesaret. yeteneğinizle insanları hayran bırakabilirsiniz, ama cesaret cesareti doğurur.. yer açar, yol açar, gözleri açar.. arkanızdan gelir insanlar.

4 yılı geçiyor dot kurulalı. şimdi kimler varsa türk tiyatrosunda en büyükler dediğimiz, duayen dediğimiz, az kaldı murat daltaban da onlar arasında sayılacak.. sadece kendi için çalışmayan, uğraş verdikleri alanı genişletenler değil mi bunu en çok hak edenler? dot bambaşka bi tiyatroyla tanıştırdı türkiye’yi.. kimilerine sert de gelse, ters de gelse.. genç oyuncular kazandırdı.. onlara kendilerini geliştirmeleri için imkanlar, büyük roller verdi.. yıllardır tiyatro yapanlara yeniden şevk verdi, gençlik kattı.. şaşırdı seyirci. sonra yeni mekanlar.. mısır apartmanı, bilsar binası.. bu sezon kürklü merkür ve karatavuk devam ederken vur/yağmala/yeniden gibi akılalmaz bi proje.. okuma tiyatroları, oyun yazarlarıyla söyleşiler.. radyo oyunu bile yaptılar geçen cumartesi.

murat daltaban bunları tek başına mı yaptı? değil kuşkusuz.. özlem daltaban, o gençler, destekleyenler, kim bilir kimler.. ama bi cesarete ihtiyaç vardı.. şimdi gidin görün, dotbilsarda’ya uğrayın bi gün, fuayede bi kahve alın, insanlarla kaynaşın, az sonra da öyle şaka değil, balyoz gibi bi oyuna hazır olun..

19 Şubat 2009 Perşembe

bayrak

“iyi dilekler gölgeleri uzatır…”

keyfim yerinde.. berkun oya yeni oyunuyla döndü nihayet: bayrak.. sadece çarşambaları matine suare oynuyorlar şimdilik. gecen haftaya kadar gececiydim ya, tek üzüntüm bayrak’ı görmeyi erteleyecek olmaktı.. ama heyhat, iki günde yeniden gündüze geçince çarşambayı iple çektim..

çok iyi bi metin, mükemmel oyunculuklar.. berkun oya, kuşkusuz türkiye’nin en iyi oyun yazarlarından.. ilk perde, ilk tablo muhteşem.. tiyatroda pek alışık olmadığımız bi gerilim, bi heyecan var ilk tabloda.. köksal engür, ayten uncuoğlu ve ali atay çok iyiler.. ali atay’ın ikinci repliği “anlamadım baba”.. belki abartıyorum, belki bi şans, tesadüf ama insan bi replikle, iki kelimeyle oyunculuğunu böylesine gösterebilir mi?.. o kadar gerçek ki..

öteki oyuncuları da saymak gerek, hepsi çok başarılı.. canan ergüder. bıçak sırtı dizisinden biliyorum onu.. sahnede bu kadar iyi olabileceğini hiç tahmin edemezdim. ve en az 20 dakika, yani iki perde arasında yerde yattı kaldı yazık.. hazırlıklıydım ben, can uyarmıştı. insanlar ne olduğunu pek anlamadan ben dedim yanımdakilere “ilk perde bitti, bakmayın orda kalacak o”.. sonra.. okan yalabık ve bartu küçükçağlayan.. bu arkadaşları yıllarca izleyebileceğimi bilmek büyük keyif..

yeniden metin.. evet biraz gerilimli bi hikaye.. belki esrarlı demek daha doğru. o yüzden dikkatle izliyorsunuz, ciddi ciddi. ama arada öyle komiklikler çıkıveriyor ki birden yüzünüzdeki gerginlik gitmiş, ağzınız kulaklarınızda.. sadece metin değil, ali ve bartu’nun da payı büyük bunda..

oyundan başkaca mutluluğum senaryonun da basılıp kitap haline getirilmesiydi.. hemen aldım, hiç utanmadan imzalattım da.. önceki oyunların metinleri de sordum arada tabi.. yaza doğru onların da basılacağını söyledi berkun oya..

oyunun provaları sırasında metinde bazı değişiklikler yapmış berkun oya.. birkaç sayfa ve sondan bi önceki tabloyu çıkarmış.. bana kalırsa iyi de etmiş, ama anlaşılıyor ki özellikle o birkaç sayfayı atarken epey zorlanmış, ileride sahnelemek isteyenlere ufak bi not bırakmış.

neyse, böyle işte.. tiyatro biraz daha büyüdü bugün gözümde..

16 Şubat 2009 Pazartesi

yeşil papağan ltd.

“Bu göç etmeyen tür, başarılı bir şekilde 'karışık habitatlar' içinde yaşamaya adapte olmuş ve şehirleştirme ve ağaç kesiminin korkunç saldırısına dayanan az papağan türünün biridir.” *

hangi tiyatroda nasıl bi oyunla karşılaşacağınızı az çok tahmin edersiniz, belli bir çizgileri vardır.. sadri alışık tiyatrosu da öyle.. orda oyun izleyeceğimi pek düşünmezdim, ama oldu.. nasıl oldu?

1- yağmurlu bi istanbul günü, girecek bi sinema ararken yolum atlas pasajına düştü.. filmlerin saatleri uygun olmayınca gözüm tiyatro afişlerine kaydı..
2- düşünmeye başladım: oyun izlemeyeli epey olmuştu. sürmanşet’i de listeden çıkarınca izlemek istediklerim arasında saati bana uyan da yok gibiydi...
3- afişi incelerken evet bu oyunu bi köşeye not ettiğimi hatırladım: yazan memet baydur, yöneten yiğit sertdemir.. referanslar sağlam.. oyun: yeşil papağan ltd..

şimdi bu maddeleri sıralayınca doğrudan tiyatroya girdiğimi düşünebilirsiniz.. hayır, sinemaya girdim. oyun da başka gündü, ama evet ben ikna olduğum için biletimi aldım, film izlemek için yolun karşısına geçtim..

peki artık konuya gelelim.. yeşil papağan ltd. yakın geçmişte çok gündemde olan bi konuyu sahneye taşıyor.. mafya ilişkilerinin hayatın her köşesine sızmasını, ucundan kıyısından handiyse herkesin bu işlere bulaşmasını.. metnin eskiliği hissedilmiyor değil ama çok güçlü bir kalemden çıkınca o kusur da göze pek batmıyor.. araya güncel göndermeler de sıkıştırılmış.. başbakan’ın “daha da gelmem”leri, “one minute”leri falan.. biraz zorlama ama seviyor seyirci böyle şeyleri..

buradan oyunculara geçebilirim.. çünkü öncelikle başbakanın bu sözlerini yüklenen oyuncudan söz etmem gerek.. 50 yılı aşkın bir süredir sahnelerde: tuncer yenice.. yeşil papağan’da kısa bi rolü var ama çok başarılı.. bi daha sahneye çıkar mı diye baktım durdum..
ve başroller.. seyirciler arasında onları yaprak dökümü’ndeki adlarıyla hatırlayanlar çoğunluktaydı, benim de kulağıma çalındı. ahmet saraçoğlu (tahsin miydi dizide?) ve yusuf atala (hani kahveci olan).. ikisi de çok iyiydi. ahmet saraçoğlu sesini de oyuna katarak karakterin tamamen içine giriyor..

genel olarak dört dörtlük bi oyun değil yeşil papağan ltd. ama benim beklentimi karşıladı açıkçası.. zaten her şeyi büyütmeye ne gerek var ki.. hayat kısa ve işte geçiyor zaman..

* wikipedia

10 Şubat 2009 Salı

şeylerin şekli

gecen senenin flaş oyunlarından biriydi.. bu sezon, salvador dali göndermeleri içimi ısıtıyor’un ardından yeniden aksanat’ta… bi kere sıra dışı yönetimi için mutlaka izlenmeli. mehmet ergen adı yeterli.. hikaye de ilgi çekici, diyaloglar abartısız, günlük hayattaki gibi sade.. tuhaftır, bi tiyatro oyunu değil de film seyrediyormuşum hissine kapılmıştım.. üç boyutlu bi film ve yanıbaşınızda, salonunuzda oynanıyor gibi.. sonunda da kutlamaya hazır olun! artık iyice aşina olduğumuz genç oyuncular, esra, betül, deniz ve bartu da alkışı ayrıca hak ediyor..

önerim bi cumartesi günü şeylerin şekli’ni izleyin ardından akşamınıza daha keyifli devam edin.. fırsatım olursa ben de yeniden görmeye varım..

9 Şubat 2009 Pazartesi

valkyrie

gecen hafta ali ile benjamin button’u izlemek için çıktık.. ama erkenmiş biraz, 1 hafta sonraymış gösterimi.. alternatiflerden pandora’nın kutusu’nun ben sinemasını beğenmedim, valkyrie’yi ali pek tutmadı. sonbahar’a girdik..

valkyrie’yi bugün izledim, pişman da olmadım hani(ali bey!).. gerçi beklentimi minimize etmiştim, tom cruise karşıtları çoğaldı son zamanlarda.. unutuldu gençliğimizin idolü..

perdede ilk kareler belirince epeydir savaş filmi izlemediğimi fark ettim.. valkyrie de tam anlamıyla savaş filmi değil ama benim gibi uzak kalan birine başlangıçtaki baskın anı bile yetti.. tuhaf bi şekilde hem bombalayan hem de aşağıda vurulanlar gibi hissettim kendimi, ikisini aynı anda.. müthiş güçlüydüm.. dönüp yeniden yeniden ateş etmek, vurmak, yok etmek istedim… ve bir an önce ordan kurtulmak, kaçacak bi yer bulmak.. hayatın sonu gelmiş gibi, şu kadar yakın.. niçin ölüyorum? niçin öldürüyorum?
şöyle esaslı bi savaş filmi izlemeli…

ve valkyrie.. bi kere gerçeğe dayanan hikayesi çok çekici.. beklediğimden daha heyecanlı.. ben o bomba hiç patlamayacak sanmıştım.. sonra darbe girişimi.. sonuçsuz kalacağını bilseniz de siz de tam tersi bi film çekiyorsunuz aklınızda.. darbe düşüncesi somutlaşıyor..

amerikan fimlerinde adettir ya, ana konunun yanında bi de aşk hikayesi falan olur.. burada da asıl adamımızın eşi, çocukları falan var, işin duygusal yanı.. ama tahammül sınırlarını zorlayacak kadar girmiyorlar filme.. artı olarak yazdım ben bunu.. o aileden, kurşuna dizilen adamımızın anne karnındaki bebeği ise bugünkü filmde babasının yanındaki darbecilerden birini canlandırıyormuş.. filme dahil olmayan bi ayrıntı ama daha dokunaklı sanırım..

8 Şubat 2009 Pazar

sonbahar

aye aye orti*…
sonbahar adından belli, bi hüzün filmi.. ölümü bekleyen bi adamın son günleri.. bi yanıyla politik. cezaevlerinde f-tipine karşı başlatılan ölüm oruçları, ardından gelen operasyonlar, geriye kalan sağlığını, hayatını yitirmiş insanlar.. ama kesinlikle bir propaganda filmi yok karşınızda. başlangıç, aralardaki hatırlamalar ya da göndermeler.. olayları bilmeyenler için sadece “acaba ne olmuştu o günlerde?” diye meraklandıracak şeyler, daha fazlası değil.. asıl düşündüren insani yönü.. evet, bu dram-ların nedeni orada yaşananlar, bunu hiç aklınızdan çıkarmadan da izleyebilirsiniz filmi, ama öncesini tamamen unutarak da.. özellikle anne figürü, benim, filmi bu yönüyle izlememi güçlendirdi sanki..

filmin başrolünde önce karadeniz var.. yeşiliyle, dinmeyen yağmurlarıyla, bulutlar arasındaki dağları, tepeleriyle, hırçın dalgalarıyla.. yazmıştım daha önce, çok da hevesli değildim bu filmi görmeye ama o sahne, çılgın dalgaların iskeleyi dövüp metrelerce yükseldiği an..mutlaka perdede görülmeliydi!.. iyi ki gördüm.. son sahneyi de öyle.. siz de görün.. sinemadan daha çok anlayanlar daha iyi değerlendirebilir ama bana angelopulos’u anımsattı..

sonra onur saylak.. rolünün yüksek iniş çıkışları yok, öyle olduğu için de çok kolay değil aslında ama bence başarıyla kalkmış altından.. abartmadan oynamış.. çok sade, içten.. yüzü tanıdık geliyordu, canan doğruladı, sınıf arkadaşı olmuşuz üniversitede.. sonra bırakmış.. biz de okula pek uğramadan bitirdik ya..

sonra müzikler.. mükemmel müzikler.. tek itiraz ne olabilir biliyor musunuz, daim yusuf orti’nin çok dokunaklı olması… hani ajitasyona bu kadar açık bi hikayede hangi müzik olsa aynı şeyi hissedebilirsiniz belki ama, o müzik, o anlamını bilmediğiniz sözler, yakarış, ağıt ne derseniz artık, dağlıyor yüreğinizi..

ve özcan alper.. ilk film için verilen bütün ödülleri alacaktır özcan alper.. ve o da hep iyi şeyler beklediğimiz yönetmenler arasına katılmıştır..

kendi adıma bi üzüntüm var filmle ilgili.. ne yazık ki çok uykulu olduğum bi gün, son seansta izledik sonbahar’ı.. keşke öyle olmasaydı da, itiraf: çok kısa süreli de olsa gözlerimin kapandığı anları da kaçırmasaydım :(

* gel oğul gel

26 Ocak 2009 Pazartesi

altı haftada altı dans dersi - hıncal uluç

sahnede iki dev oyuncu.. ayakta alkışlamayacak yoktur.. salon tıklım tıklım.. başından sonuna herkes keyifli.. müzikler, danslar zaten seyirciyi coşturmak için birebir.. bir de hıncal uluç faktörü var.. ona geleceğim..

evet, hikaye güzel, ilgi çekici.. şu yaşımda, bana “olmaz” gibi gelen bi dostluk anlatılıyor. alışılmadık bi ilişki, keyifli diyaloglar.. yine de çok çok başarılı bi metin değil bence. yer yer klişe, ajitasyon.. amerikalı seyirci için mutlaka daha çok şey ifade eden yanları var.

oyun bi kenara, asıl büyük alkışlar oyunculara.. muhteşem bi nevra serezli, olağanüstü bi cihan ünal.. cihan ünal’ı izlememiştim daha önce. eminim başka oyunlarda da iyiydi, güzeldi ama bu rol!.. daha geçen gün 63’üne bastı cihan ünal.. sahnede hala birçok delikanlıyı kıskandıracak bi fizik, mükemmel bi performans.. ben cihan ünal’a bayıldım.. ağzımda en sevdiğim tatlı, mideme indirmeden önce en yoğun tadı almak için nasıl damağımda tutarsam bi süre, cihan ünal’ın oyunundan da öylesi tat aldım.. ve çok istedim sahnede onlar gibi, onlarla dans edebilmeyi..

gelelim hıncal uluç faktörüne.. “altı haftada altı dans dersi” için hıncal uluç geçen salı, köşesinin en uzun yazılarından birini yazdı ve yine de “hiçbir şey anlatmadığımı hissettim. Söylemek istediğim öyle şeyler var ki…” diye koydu son noktayı.. ben o yazıyı internetten okudum. uzundu evet, ama nasıl bi yer kapladığını tiyatro istanbul’un fuayesinde gördüm.. kocaman bi şey.. sizlerle paylaşırken de değindim, hıncal uluç artık eskisi gibi popüler değil, özellikle gençler arasında.. demode bi şey sanki onu okumak. en azından kendi çevremde böyle görüyorum.. ama anlaşılan hala etkisinin büyük olduğu, kaçırmadan takip eden bir kesim var hıncal uluç’u.. o gün, o salonun tıklım tıklım dolmasında en az nevra serezli’nin, cihan ünal’ınki kadar hıncal uluç’un da payı olduğunu hissettim.. o yüzden çekinmeden yazıyorum, ister demode deyin, ister yaşı geçmiş, ben de hıncal uluç okuyorum.. hem kim istemez tiyatro seyircisinin çoğalmasını?

21 Ocak 2009 Çarşamba

acılar şenliği

arama tiyatrosu beni üniversite yıllarına, mülkiye sinema topluluğu günlerine götürdü.. gösterimlerin ardından film üzerine konuşurduk bizler de.. kim ne buldu, neresi aklına takıldı, acaba o sahnede kaçırdığımız başka bi anlam var mı diye... herkes düşüncelerini serince ortaya, filmin içine daha çok girer, daha çok severdik o filmi.. pazar akşamı acılar şenliği’nde de bu yaşandı.. oyunun sonundaki samimi tartışma havası, taktaki yokuşu sağdan ikinci kapıdan daha mutlu ayrılmamı sağladı..

oyundan söz etmem de aşağı yukarı orada konuşulanlarla benzer şekilde olacak.. bilgesu erenus’un 1990’ların başında yazdığı bi oyun acılar şenliği.. odakta “kaybolan vicdan” var.. mesele, geçmişte birbirine yoldaş olmuş 3, hatta 4 arkadaşın yıllar sonra farklı noktalara savrulması ekseninde anlatılıyor.. özellikle baştaki bölümlerde metnin biraz eskide kalmasının rahatsızlığı hissediliyor sanki.. geçmişinden uzaklaşıp düzene uymuş bi patron ve hala, galiba biraz da sabit fikirle aynı eski düşüncelerine bağlı solcu dergi editörü.. çok tanıdık, çokça işlenmiş, pek bi yenilik içerdiğini görmediğim sahnelerdi bunlar.. (övgülerde değil ama eleştirilerde sadece izleyici görüşü olarak bunları yazdığımı belirtme ihtiyacı duyuyorum sık sık.. sonuçta açıkça bi deneyim, öğrenim, yetkinliği olmayan birinin görüşleri bunlar, farklı algılanmak istemem.) değerlendirmede de konuşuldu, bu sahnelerde oyuncuların performansları da daha düşüktü sanki.. söylendiği gibi “oyuncular sonraki sahneleri daha çok beğenmiş” diyerek o bölümlerin zayıflığını sadece oyunculara yüklemek haksızlık olur, asıl sorun metindeydi bence..

acılar şenliği bu iki sahne sonrasında daha iyi giden bi oyun.. inan, ister ayyaş rolünü daha çok sevmiş olsun, ister orası daha iyi yazılmış olsun, çok belli ki daha rahat oynamaya başlıyor.. iki aksilik, şişeyi düşürmesi ve spota çarpmasına karşın oyununu hiç bozmadan keyifle izletiyor.. özlem’in oyunu inan’a göre daha istikrarlı sanki.. başta da o kadar düşük değil, sonra da çok belirgin değişiklik göstermeden seviyeyi koruyor..

oyun sonrasında eleştiriler çoğunlukla yazar ile yönetmen üzerineydi, ama ikisi de ne yazık ki yoktular.. mahir günşiray vardı izleyici olarak.. muhtemelen hiç hoşlanmayacağı bir tabir olacak ama, bi darbe yapıp yönetmen koltuğuna oturacak gibi öneriler getirmeye başlayınca özlem de çok hevesli göründü.. bereket özkan schulze işi inan’a emanet etmiş..

son olarak belki salondan söz etmek gerek.. bi temsilde en çok 50 izleyicinin alınabileceği küçük bi salon burası.. fuayesi taktaki yokuşu.. sokakla salon arasında tek bi kapı var.. gürültü, geç kalan izleyici, davetsiz misafir gibi sakıncaları olabilir ama tersine, avantaja dönüştürülmüş bu durum.. acılar şenliği sokağa taşıyor.. gidip görmek gerek.

oscar öncesi yeşilçam

can’ın davetiyesini aldım, yeşilçam ödüllerinin son aday açıklama gecesine gittik.. tek tek saymadım ama en çok sonbahar ile devrim arabaları aday gösterildi galiba.. nasıl oldu bilmem, çağan ırmak iki filmiyle de adaylıklar aldı, oysa ben ulak’ı 2007’den hatırlıyorum.. daha garibi ‘en iyi müzik’te ıssız adam da ilk 5’e kalmış.. önümüzde tolga örnek vardı, “direkt ödülü verselermiş” diye durumu tiye alıyordu arkadaşları arasında.. adaylıklar gibi salondaki destekte de sonbahar’ın ezici üstünlüğü vardı, tam kadro falan gelmişler herhalde.. izlemek istediğim filmlerdendi sonbahar, sonra bi arkadaşın olumsuz eleştirisini okuyunca vazgeçmiştim.. bu gece karadeniz’in hırçın dalgaları sanırım yine aklımı çeldi.. o dalgaların iskeleyi dövüp yükselmesini barkovizyonda bile görmek etkileyiciydi, kesinlikle beyazperdede izlemek gerek. hala biraz sıkılabileceğimi tahmin ediyorum ama bazen tek bir sahne için bile izlenebilir bir film.. bulunur mu acep hala sinemalarda?

25 ocak 2008'de girmiş gösterime ulak, hafızamızı tazelemiş olduk..

bi de boş durmayalım, aklımızda kalan adaylara göre ödül tahminleri yapalım, zevklidir bu iş..

'en iyi kadın'ı, izlemedim ama vicdan'daki rolüyle nurgül alır herhalde.. geçen sene özgü aldı ya, ondan..
'en iyi erkek' biraz daha şüpheli ama ulak'tan çetin tekindor gibi..
'genç yetenek'te 3 maymun'dan ahmet rıfat şungar'ın şansı çok yüksek..
'en iyi ilk film' diye bi şey var, sonbahar olabilir, diyorum..
'en iyi senaryo' o... çocukları ile sırrı süreyya önder..
'en iyi yönetmen' oscar'da da ilk 9'a kaldıktan sonra nuri bilge olacaktır herhalde..
aynı nedenle 'en iyi film' de 3 maymun olur mu, o kadar emin değilim.. 'en iyi ilk film'i almazsa devrim arabaları 'en iyi film'e yakın geliyor bana.. bi de arog'a da bi şeyler çıkar, ama ne?

16 Ocak 2009 Cuma

barselona barselona

bu filmi izleyince de bi karara varamayacağımı biliyordum.. yani hangisi daha güzel diye.. zaten ben penelope ya da scarlett için gitmedim ki bu filme. woody allen’ı son demlerinde daha beğenir oldum, daha takip eder oldum, ondan kaçırmak istemedim. ha adam filmlerinde güzel oyuncular oynatıyor, insana seçim hakkı tanımıyor, o ayrı konu..

barselona barselona da çoğu allen filmi güzel, kaliteli bir eğlencelik.. ve bi süredir new york’tan da kurtulduk ya, bana göre daha güzel oldu. film komedi bi yanıyla. ama pekala başka bi türe de girebilir.. başka biri, çoğu şeyi aynı bırakarak eminim bi dram, bi melodram ya da daha farklı bi şey de çıkarabilir. hikaye müsait ve sonuçta basit aslında.. ama allen olduğu için, o öyle istediği için kaliteli bi komediye dönüşmüş film. bu basit hikayenin en iyi anlatımını yakalamış..

bu basit sözcüğünü de öyle bayağılık anlamında kullanmıyorum daha çok. genel, ortada bir konu olarak. kadın-erkek ilişkileri işte.. evet basit ama ne kadar basit bilirsiniz. dünyada içinden çıkılamayacak bikaç konudan biri.. ve o yüzden bu kadar çok karşımıza çıkıyor.. ikili, üçlü, dörtlü versiyonlarıyla…

komedi mevzuuna dönersek, öyle bağıra bağıra komedi olduğunu gösteren bi film değil elbette. çoğu allen filmi gibi içinde sürekli bi hınzırlık taşıyan, sizi gülümseten bi film.. ayrıca gülümsemeniz çatlak penelope’nin sahnelerinde biraz daha artacak, o da bonusu..

başka… tabi güzel yerler görüyorsunuz filmde.. doğa, akdeniz, bol bol şarap.. hala kalabalık şehir hayatı yaşadığınız için biraz canınız sıkılıyor.. sonra güzel kadınlar.. hiç can sıkıntınız kalmıyor... evet scarlett.. çok baştan çıkarıcı… evet penelope.. biraz çatlak işte burada, ama yukarıdan çekim resim yaptığı bi sahnesi var, kısacık ama gözlerden kaçmıyor tabi ki.. yine onları anlatır oldum.. ama bu kadar işte.. bir de erkeğimiz var, javier bardem.. ben beğendim, role çok yakışmış bi kere.. ama adam hakkında “at suratlı” yazanlar bile var ya hem de öyle saygın isimler falan, onları da çok ayıpladım…

8 Ocak 2009 Perşembe

nehrin solgun yüzü

ilk kez böyle soğuk bi ortamda tiyatro izledim. soğuktan kastım rahatsız ediciliği.. ama dediğim gibi ortam öyleydi. nerede mi? süzer plaza, nam-ı diğer gökkafes’te.. düşünün işte..

nehrin solgun yüzü’nde çok başarılı oyuncular var. mahmut gökgöz, ayça bingöl, gökçer genç, kevork türker. yönetmen özgür yalım ile tiyatro stüdyosu'nun genel sanat yönetmeni ahmet levendoğlu da yaptıkları ortada olan sanatçılar zaten.. yazar ise nick stafford.. yankılanış olarak tom stoppard ‘ı anımsatmasından başka tanıdık değil bana. oyun da türkiye’de ilk kez sahneleniyor..

akşam saatleri, evet trafik hep var ama beşiktaş maçı da yoksa gümüşsuyu’nun tenhalığını tahmin edersiniz.. sonra kafes’in içine giriyorsunuz. güvenlik dışında kimse yok sanki. basbayağı yok. içerdeki mağazalar kapanmış, yandaki restoran-bardan loş bi ışık geliyor ama ses yok.. huzursuz eden bi boşluk. bir-iki koridor geçip salonu buluyorsunuz. neyseki orda bi-iki görevli ve sizinki gibi oyuna gelen birkaç kişi var. az sonra başka gelenler de oluyor.. içeri girene kadar topu topu 20 kişi kadar ve 10’u zaten tek grup halinde.

salon aslında dot’u andırıyor ama biliyorsunuz ki mısır apartmanında değilsiniz ve istiklal’den de gelmediniz buraya. o yüzden tedirginlik sürüyor. oyun başlamak üzereyken levendoğlu dahil yaratıcı ekip de en arkada yerini alıyor, sanırım burada ilk kez sahneleniyor oyun. “keşke bi gün sonra gelseydim” diye geçiriyorum içimden, şimdi aksaklıklara bakacaklar, ona göre düzeltmeler yapılacak gelecek temsiller için.. neyse…

oyunun konusu biraz gizemli, polisiye.. anlamak biraz zaman alıyor, çekici gelmeye başladıktan kısa süre sonra da bitiyor. ortada bırakıyor gibi sizi. ana konu açıklığa kavuşmuyor.. zaten, nasıldı david desouza’nın son repliği: belirsiz bir dünyada yaşıyoruz… ya da buna benzer bi şey işte..

ayça bingöl’ü "bana bi picasso gerek"in ardından yeniden izlemek iyi oldu. burada daha bi sevdim oyununu. hatta gözlerimi alamadım. mahmut gökgöz, bi parça hayalkırıklığı; gökçer genç beklenen gibi iyiydi.

özgür yalım, yeraltından notlar’daki mükemmel rejisinden sonra en son, saatleri ayarlama enstitüsü’nde vasat bi iş çıkarmıştı bana göre.. nehrin solgun yüzü’nde ise yine çıta yukarılarda. takdir etmek gerek.

oyunlar hakkında böyle sadece bi izleyici olarak görüşlerimi yazdıktan sonra bi değerlendirme içine giriyorum ya; görün, görseniz iyi, görmeseniz de olur gibi.. bu oyunu koyacağım yeri tam kestiremedim aslında. görseniz iyi olur, ayça bingöl ve reji için mesela.. ama pek memnun kalınmayabilir de.. bi kere, hani o tiyatroya yabancı ortam yüzünden.. bi de galiba metin çok hak etmiyor.. bilmiyorum yine de.. buçuklu yıldız. **/*

albay kuş

bu sezon izlemek istediğim oyunlardan albay kuş’a nihayet fırsat buldum.. fırsat bekleyen inan’ların acılar şenliği var bi de, onu da çok merak ediyorum..

albay kuş, tiyatroadam’ın ilk oyunu.. genç bi ekip, genç oyuncular ve serdar akar’ın desteği ile harika bi iş çıkmış ortaya.. başarıda metnin payını da unutmamak gerek tabi.. geçen ay izlediğim deri ceket gibi albay kuş da bir bulgar yazarın kaleminden çıkma, hristo boytchev’in. ama deri ceket’ten farklılığı daha çağdaş olması sanki. daha özgün, bana öyle geldi.. boytchev, şu sıralar şehir tiyatrolarında oynanan titanik orkestrası’nın da yazarı.

ilgi çekici bi konu.. şöyle tanıtılmış:

"savaş sırasında, balkan dağları'nda belirsiz bir yer…
hiçbir şeyin; "ne ilaç, ne yatak çarşafı, ne doğru dürüst giyecek, yiyecek" hiçbir şeyin olmadığı, manastırdan bozma bir psikiyatri kliniği…
kaderlerine terkedilmiş ve donmamak için aynı odada birlikte kalmak zorunda olan ilginç ama zararsız altı deli ve yine onlar kadar ilginç bir doktor…
ve bir sabah manastırın bahçesine gökten bir sandık düşer…
ve sonra…"

ve sonra diyor ya, evet sonrası daha uzun sürüyor ama seyirciyi asıl çeken o sonraya kadarki kısım bana göre.. devamında hafif aksama var sanki. düğüm daha kısa sürebilirmiş gibi. sonrasını da kötülemiyorum, kesinlikle.. kopmadan aynı merakla izliyorsunuz. sadece başlangıcın tadı daha başkaydı benim için.

genç oyuncular demiştim. ortalama 30 yaşındalar.. yetenekli gençleri izlemek daha keyifli oluyor. kasmıyorlar bi kere.. ve onlar da sahnede aldıkları keyfi daha iyi yansıtıyorlar gibi. sevgili sarp minik matei’yi ne güzel yaşatıyor. deniz özmen de doktor’da çok başarılı. mesela deniz, hem çok profesyonel göründü bana hem de ilk sahnesi gibi heyecanlı. hata yapmaktan korkmadığını hissettim ve daha rahat izledim, çok keyifli.. çingene rolünde fatih koyunoğlu da ayrıca alkışı hak edenlerden. sahnedekilerin, sahne arkasındakilerin hepsinin emeğine sağlık..

bu arada gizem, albay kuş’un yönetmen yardımcılarındandı, ama ayrılmış. iki arkadaş başka bir tiyatro kurmuşlar şimdi: tiyatro peripetie.. çocuklar yaşadı.. gizemcim peripetie’de de başarılar...