26 Ocak 2009 Pazartesi

altı haftada altı dans dersi - hıncal uluç

sahnede iki dev oyuncu.. ayakta alkışlamayacak yoktur.. salon tıklım tıklım.. başından sonuna herkes keyifli.. müzikler, danslar zaten seyirciyi coşturmak için birebir.. bir de hıncal uluç faktörü var.. ona geleceğim..

evet, hikaye güzel, ilgi çekici.. şu yaşımda, bana “olmaz” gibi gelen bi dostluk anlatılıyor. alışılmadık bi ilişki, keyifli diyaloglar.. yine de çok çok başarılı bi metin değil bence. yer yer klişe, ajitasyon.. amerikalı seyirci için mutlaka daha çok şey ifade eden yanları var.

oyun bi kenara, asıl büyük alkışlar oyunculara.. muhteşem bi nevra serezli, olağanüstü bi cihan ünal.. cihan ünal’ı izlememiştim daha önce. eminim başka oyunlarda da iyiydi, güzeldi ama bu rol!.. daha geçen gün 63’üne bastı cihan ünal.. sahnede hala birçok delikanlıyı kıskandıracak bi fizik, mükemmel bi performans.. ben cihan ünal’a bayıldım.. ağzımda en sevdiğim tatlı, mideme indirmeden önce en yoğun tadı almak için nasıl damağımda tutarsam bi süre, cihan ünal’ın oyunundan da öylesi tat aldım.. ve çok istedim sahnede onlar gibi, onlarla dans edebilmeyi..

gelelim hıncal uluç faktörüne.. “altı haftada altı dans dersi” için hıncal uluç geçen salı, köşesinin en uzun yazılarından birini yazdı ve yine de “hiçbir şey anlatmadığımı hissettim. Söylemek istediğim öyle şeyler var ki…” diye koydu son noktayı.. ben o yazıyı internetten okudum. uzundu evet, ama nasıl bi yer kapladığını tiyatro istanbul’un fuayesinde gördüm.. kocaman bi şey.. sizlerle paylaşırken de değindim, hıncal uluç artık eskisi gibi popüler değil, özellikle gençler arasında.. demode bi şey sanki onu okumak. en azından kendi çevremde böyle görüyorum.. ama anlaşılan hala etkisinin büyük olduğu, kaçırmadan takip eden bir kesim var hıncal uluç’u.. o gün, o salonun tıklım tıklım dolmasında en az nevra serezli’nin, cihan ünal’ınki kadar hıncal uluç’un da payı olduğunu hissettim.. o yüzden çekinmeden yazıyorum, ister demode deyin, ister yaşı geçmiş, ben de hıncal uluç okuyorum.. hem kim istemez tiyatro seyircisinin çoğalmasını?

21 Ocak 2009 Çarşamba

acılar şenliği

arama tiyatrosu beni üniversite yıllarına, mülkiye sinema topluluğu günlerine götürdü.. gösterimlerin ardından film üzerine konuşurduk bizler de.. kim ne buldu, neresi aklına takıldı, acaba o sahnede kaçırdığımız başka bi anlam var mı diye... herkes düşüncelerini serince ortaya, filmin içine daha çok girer, daha çok severdik o filmi.. pazar akşamı acılar şenliği’nde de bu yaşandı.. oyunun sonundaki samimi tartışma havası, taktaki yokuşu sağdan ikinci kapıdan daha mutlu ayrılmamı sağladı..

oyundan söz etmem de aşağı yukarı orada konuşulanlarla benzer şekilde olacak.. bilgesu erenus’un 1990’ların başında yazdığı bi oyun acılar şenliği.. odakta “kaybolan vicdan” var.. mesele, geçmişte birbirine yoldaş olmuş 3, hatta 4 arkadaşın yıllar sonra farklı noktalara savrulması ekseninde anlatılıyor.. özellikle baştaki bölümlerde metnin biraz eskide kalmasının rahatsızlığı hissediliyor sanki.. geçmişinden uzaklaşıp düzene uymuş bi patron ve hala, galiba biraz da sabit fikirle aynı eski düşüncelerine bağlı solcu dergi editörü.. çok tanıdık, çokça işlenmiş, pek bi yenilik içerdiğini görmediğim sahnelerdi bunlar.. (övgülerde değil ama eleştirilerde sadece izleyici görüşü olarak bunları yazdığımı belirtme ihtiyacı duyuyorum sık sık.. sonuçta açıkça bi deneyim, öğrenim, yetkinliği olmayan birinin görüşleri bunlar, farklı algılanmak istemem.) değerlendirmede de konuşuldu, bu sahnelerde oyuncuların performansları da daha düşüktü sanki.. söylendiği gibi “oyuncular sonraki sahneleri daha çok beğenmiş” diyerek o bölümlerin zayıflığını sadece oyunculara yüklemek haksızlık olur, asıl sorun metindeydi bence..

acılar şenliği bu iki sahne sonrasında daha iyi giden bi oyun.. inan, ister ayyaş rolünü daha çok sevmiş olsun, ister orası daha iyi yazılmış olsun, çok belli ki daha rahat oynamaya başlıyor.. iki aksilik, şişeyi düşürmesi ve spota çarpmasına karşın oyununu hiç bozmadan keyifle izletiyor.. özlem’in oyunu inan’a göre daha istikrarlı sanki.. başta da o kadar düşük değil, sonra da çok belirgin değişiklik göstermeden seviyeyi koruyor..

oyun sonrasında eleştiriler çoğunlukla yazar ile yönetmen üzerineydi, ama ikisi de ne yazık ki yoktular.. mahir günşiray vardı izleyici olarak.. muhtemelen hiç hoşlanmayacağı bir tabir olacak ama, bi darbe yapıp yönetmen koltuğuna oturacak gibi öneriler getirmeye başlayınca özlem de çok hevesli göründü.. bereket özkan schulze işi inan’a emanet etmiş..

son olarak belki salondan söz etmek gerek.. bi temsilde en çok 50 izleyicinin alınabileceği küçük bi salon burası.. fuayesi taktaki yokuşu.. sokakla salon arasında tek bi kapı var.. gürültü, geç kalan izleyici, davetsiz misafir gibi sakıncaları olabilir ama tersine, avantaja dönüştürülmüş bu durum.. acılar şenliği sokağa taşıyor.. gidip görmek gerek.

oscar öncesi yeşilçam

can’ın davetiyesini aldım, yeşilçam ödüllerinin son aday açıklama gecesine gittik.. tek tek saymadım ama en çok sonbahar ile devrim arabaları aday gösterildi galiba.. nasıl oldu bilmem, çağan ırmak iki filmiyle de adaylıklar aldı, oysa ben ulak’ı 2007’den hatırlıyorum.. daha garibi ‘en iyi müzik’te ıssız adam da ilk 5’e kalmış.. önümüzde tolga örnek vardı, “direkt ödülü verselermiş” diye durumu tiye alıyordu arkadaşları arasında.. adaylıklar gibi salondaki destekte de sonbahar’ın ezici üstünlüğü vardı, tam kadro falan gelmişler herhalde.. izlemek istediğim filmlerdendi sonbahar, sonra bi arkadaşın olumsuz eleştirisini okuyunca vazgeçmiştim.. bu gece karadeniz’in hırçın dalgaları sanırım yine aklımı çeldi.. o dalgaların iskeleyi dövüp yükselmesini barkovizyonda bile görmek etkileyiciydi, kesinlikle beyazperdede izlemek gerek. hala biraz sıkılabileceğimi tahmin ediyorum ama bazen tek bir sahne için bile izlenebilir bir film.. bulunur mu acep hala sinemalarda?

25 ocak 2008'de girmiş gösterime ulak, hafızamızı tazelemiş olduk..

bi de boş durmayalım, aklımızda kalan adaylara göre ödül tahminleri yapalım, zevklidir bu iş..

'en iyi kadın'ı, izlemedim ama vicdan'daki rolüyle nurgül alır herhalde.. geçen sene özgü aldı ya, ondan..
'en iyi erkek' biraz daha şüpheli ama ulak'tan çetin tekindor gibi..
'genç yetenek'te 3 maymun'dan ahmet rıfat şungar'ın şansı çok yüksek..
'en iyi ilk film' diye bi şey var, sonbahar olabilir, diyorum..
'en iyi senaryo' o... çocukları ile sırrı süreyya önder..
'en iyi yönetmen' oscar'da da ilk 9'a kaldıktan sonra nuri bilge olacaktır herhalde..
aynı nedenle 'en iyi film' de 3 maymun olur mu, o kadar emin değilim.. 'en iyi ilk film'i almazsa devrim arabaları 'en iyi film'e yakın geliyor bana.. bi de arog'a da bi şeyler çıkar, ama ne?

16 Ocak 2009 Cuma

barselona barselona

bu filmi izleyince de bi karara varamayacağımı biliyordum.. yani hangisi daha güzel diye.. zaten ben penelope ya da scarlett için gitmedim ki bu filme. woody allen’ı son demlerinde daha beğenir oldum, daha takip eder oldum, ondan kaçırmak istemedim. ha adam filmlerinde güzel oyuncular oynatıyor, insana seçim hakkı tanımıyor, o ayrı konu..

barselona barselona da çoğu allen filmi güzel, kaliteli bir eğlencelik.. ve bi süredir new york’tan da kurtulduk ya, bana göre daha güzel oldu. film komedi bi yanıyla. ama pekala başka bi türe de girebilir.. başka biri, çoğu şeyi aynı bırakarak eminim bi dram, bi melodram ya da daha farklı bi şey de çıkarabilir. hikaye müsait ve sonuçta basit aslında.. ama allen olduğu için, o öyle istediği için kaliteli bi komediye dönüşmüş film. bu basit hikayenin en iyi anlatımını yakalamış..

bu basit sözcüğünü de öyle bayağılık anlamında kullanmıyorum daha çok. genel, ortada bir konu olarak. kadın-erkek ilişkileri işte.. evet basit ama ne kadar basit bilirsiniz. dünyada içinden çıkılamayacak bikaç konudan biri.. ve o yüzden bu kadar çok karşımıza çıkıyor.. ikili, üçlü, dörtlü versiyonlarıyla…

komedi mevzuuna dönersek, öyle bağıra bağıra komedi olduğunu gösteren bi film değil elbette. çoğu allen filmi gibi içinde sürekli bi hınzırlık taşıyan, sizi gülümseten bi film.. ayrıca gülümsemeniz çatlak penelope’nin sahnelerinde biraz daha artacak, o da bonusu..

başka… tabi güzel yerler görüyorsunuz filmde.. doğa, akdeniz, bol bol şarap.. hala kalabalık şehir hayatı yaşadığınız için biraz canınız sıkılıyor.. sonra güzel kadınlar.. hiç can sıkıntınız kalmıyor... evet scarlett.. çok baştan çıkarıcı… evet penelope.. biraz çatlak işte burada, ama yukarıdan çekim resim yaptığı bi sahnesi var, kısacık ama gözlerden kaçmıyor tabi ki.. yine onları anlatır oldum.. ama bu kadar işte.. bir de erkeğimiz var, javier bardem.. ben beğendim, role çok yakışmış bi kere.. ama adam hakkında “at suratlı” yazanlar bile var ya hem de öyle saygın isimler falan, onları da çok ayıpladım…

8 Ocak 2009 Perşembe

nehrin solgun yüzü

ilk kez böyle soğuk bi ortamda tiyatro izledim. soğuktan kastım rahatsız ediciliği.. ama dediğim gibi ortam öyleydi. nerede mi? süzer plaza, nam-ı diğer gökkafes’te.. düşünün işte..

nehrin solgun yüzü’nde çok başarılı oyuncular var. mahmut gökgöz, ayça bingöl, gökçer genç, kevork türker. yönetmen özgür yalım ile tiyatro stüdyosu'nun genel sanat yönetmeni ahmet levendoğlu da yaptıkları ortada olan sanatçılar zaten.. yazar ise nick stafford.. yankılanış olarak tom stoppard ‘ı anımsatmasından başka tanıdık değil bana. oyun da türkiye’de ilk kez sahneleniyor..

akşam saatleri, evet trafik hep var ama beşiktaş maçı da yoksa gümüşsuyu’nun tenhalığını tahmin edersiniz.. sonra kafes’in içine giriyorsunuz. güvenlik dışında kimse yok sanki. basbayağı yok. içerdeki mağazalar kapanmış, yandaki restoran-bardan loş bi ışık geliyor ama ses yok.. huzursuz eden bi boşluk. bir-iki koridor geçip salonu buluyorsunuz. neyseki orda bi-iki görevli ve sizinki gibi oyuna gelen birkaç kişi var. az sonra başka gelenler de oluyor.. içeri girene kadar topu topu 20 kişi kadar ve 10’u zaten tek grup halinde.

salon aslında dot’u andırıyor ama biliyorsunuz ki mısır apartmanında değilsiniz ve istiklal’den de gelmediniz buraya. o yüzden tedirginlik sürüyor. oyun başlamak üzereyken levendoğlu dahil yaratıcı ekip de en arkada yerini alıyor, sanırım burada ilk kez sahneleniyor oyun. “keşke bi gün sonra gelseydim” diye geçiriyorum içimden, şimdi aksaklıklara bakacaklar, ona göre düzeltmeler yapılacak gelecek temsiller için.. neyse…

oyunun konusu biraz gizemli, polisiye.. anlamak biraz zaman alıyor, çekici gelmeye başladıktan kısa süre sonra da bitiyor. ortada bırakıyor gibi sizi. ana konu açıklığa kavuşmuyor.. zaten, nasıldı david desouza’nın son repliği: belirsiz bir dünyada yaşıyoruz… ya da buna benzer bi şey işte..

ayça bingöl’ü "bana bi picasso gerek"in ardından yeniden izlemek iyi oldu. burada daha bi sevdim oyununu. hatta gözlerimi alamadım. mahmut gökgöz, bi parça hayalkırıklığı; gökçer genç beklenen gibi iyiydi.

özgür yalım, yeraltından notlar’daki mükemmel rejisinden sonra en son, saatleri ayarlama enstitüsü’nde vasat bi iş çıkarmıştı bana göre.. nehrin solgun yüzü’nde ise yine çıta yukarılarda. takdir etmek gerek.

oyunlar hakkında böyle sadece bi izleyici olarak görüşlerimi yazdıktan sonra bi değerlendirme içine giriyorum ya; görün, görseniz iyi, görmeseniz de olur gibi.. bu oyunu koyacağım yeri tam kestiremedim aslında. görseniz iyi olur, ayça bingöl ve reji için mesela.. ama pek memnun kalınmayabilir de.. bi kere, hani o tiyatroya yabancı ortam yüzünden.. bi de galiba metin çok hak etmiyor.. bilmiyorum yine de.. buçuklu yıldız. **/*

albay kuş

bu sezon izlemek istediğim oyunlardan albay kuş’a nihayet fırsat buldum.. fırsat bekleyen inan’ların acılar şenliği var bi de, onu da çok merak ediyorum..

albay kuş, tiyatroadam’ın ilk oyunu.. genç bi ekip, genç oyuncular ve serdar akar’ın desteği ile harika bi iş çıkmış ortaya.. başarıda metnin payını da unutmamak gerek tabi.. geçen ay izlediğim deri ceket gibi albay kuş da bir bulgar yazarın kaleminden çıkma, hristo boytchev’in. ama deri ceket’ten farklılığı daha çağdaş olması sanki. daha özgün, bana öyle geldi.. boytchev, şu sıralar şehir tiyatrolarında oynanan titanik orkestrası’nın da yazarı.

ilgi çekici bi konu.. şöyle tanıtılmış:

"savaş sırasında, balkan dağları'nda belirsiz bir yer…
hiçbir şeyin; "ne ilaç, ne yatak çarşafı, ne doğru dürüst giyecek, yiyecek" hiçbir şeyin olmadığı, manastırdan bozma bir psikiyatri kliniği…
kaderlerine terkedilmiş ve donmamak için aynı odada birlikte kalmak zorunda olan ilginç ama zararsız altı deli ve yine onlar kadar ilginç bir doktor…
ve bir sabah manastırın bahçesine gökten bir sandık düşer…
ve sonra…"

ve sonra diyor ya, evet sonrası daha uzun sürüyor ama seyirciyi asıl çeken o sonraya kadarki kısım bana göre.. devamında hafif aksama var sanki. düğüm daha kısa sürebilirmiş gibi. sonrasını da kötülemiyorum, kesinlikle.. kopmadan aynı merakla izliyorsunuz. sadece başlangıcın tadı daha başkaydı benim için.

genç oyuncular demiştim. ortalama 30 yaşındalar.. yetenekli gençleri izlemek daha keyifli oluyor. kasmıyorlar bi kere.. ve onlar da sahnede aldıkları keyfi daha iyi yansıtıyorlar gibi. sevgili sarp minik matei’yi ne güzel yaşatıyor. deniz özmen de doktor’da çok başarılı. mesela deniz, hem çok profesyonel göründü bana hem de ilk sahnesi gibi heyecanlı. hata yapmaktan korkmadığını hissettim ve daha rahat izledim, çok keyifli.. çingene rolünde fatih koyunoğlu da ayrıca alkışı hak edenlerden. sahnedekilerin, sahne arkasındakilerin hepsinin emeğine sağlık..

bu arada gizem, albay kuş’un yönetmen yardımcılarındandı, ama ayrılmış. iki arkadaş başka bir tiyatro kurmuşlar şimdi: tiyatro peripetie.. çocuklar yaşadı.. gizemcim peripetie’de de başarılar...