17 Nisan 2009 Cuma

28. festival - 2

bu festival filmlerine gittiğimde bi tuhaflık hissetmeye başladım.. genelde salonlar tıklım tıklımdı, özellikle galalarda tabii. sinemanın önünden başlayan aşırı bi kalabalık.. fuayede, salonda.. koltuğunuza oturuyorsunuz bitmek bilmiyor girenler. festival dışında artık fazla yaşanmayan bi durum. bi yandan güzel ama tuhaf da geliyor artık: onca kişinin biraraya gelip iki saat bi salonda, başka hiçbir şeyle ilgilenmeden aynı perdeye odaklanması.. bi duygudaşlık ama rahatsız edici bi yanı da var. öyle işte..

filmler üzerine küçük yorumlara devam edelim.
geçen cuma bi rumen filmi seyrettim: oltanın ucunda. 4-5 oyunculu.. büyük bölümü bi dere kenarında geçiyordu. belli ki pek para gitmemiş. ama deneysel yanı da var. yönetmen film boyunca olan biteni sadece karakterlerin bakış açısıyla çekmiş. kamera bi birinin gözünde, bi karşısındakinin.. çok rahatsız edici başta.. yeter, ne zaman vazgeçecek bundan, dedim, ama sonuna kadar devam etti. gerçi dere kenarında kamera geçişleri uzayınca alıştık sayılır.. yine de sinema çıkışında fark ettim ki çoğu kişiye sıkıcı gelmiş. ben öyle hissetmedim. evet durağandı ama derdini iyi anlatıyordu. insanlar arasındaki güvensizliği, iletişimsizliği basitçe gözler önüne seriyordu. berkun oya'nın bayrak'ta yaptığı gibi.. ilginç o da "oltalar suyun altında karıştı" diye başlamıyor muydu? son not: sadece bi araba camından gördüğümüz romanya caddeleri ne kadar türkiye’ye benziyor öyle..

cumartesi galası: ricky. en çok merak ettiklerimden biriydi.. ilginç bi hikaye: uçan bebek. biraz gizemli, gerilimli.. ama dozunda, ozon’un diğer filmlerinden havuz ya da kumun altında’ki kadar. filmin başındaki sahneyle sonunu pek örtüştüremeyebilirsiniz, uğraşmayın.. o sahnenin yeri başkaymış, orada mantıklı oluyor ama kurgu sırasında demişler ki izleyicinin aklı karışsın, farklı yorumlar yapsın, bunu başa koyalım. öyle bi şey işte. üzerine birçok yorumlar yapılır ama doğrusu olmayacak.. ben sevdim ricky’yi, ricky’den çok minik ablasını..

pazar akşamı, bi türk filmi: uzak ihtimal. tam gs-fb derbisi saatinde. baştan sona izlediğim maç sayısı zaten çok azdır. yine, maç mı film mi diye hiç düşünmedim ve yanılmadım. çok mu iyiydi uzak ihtimal? hayır.. sadece iyi demek hiç haksızlık değil. mahmut fazıl coşkun’un ilk kurmaca filmi. ahmet hakan’ın, hani soyadı vardı coşkun diye, onun kardeşi.. istanbul’a yeni gelen bi müezzin ile bi rahibe adayının platonik aşkı.. arada başka şeyler de var. baba rolü de önemli bir yer tutuyor mesela ama ben zorlama buldum o kısımlarını. kadın-erkek, müezzin-rahibe ilişkisi, duygular çok da söze gerek kalmadan iyi anlatılmış.. taşradan kente gelen adamın hali de öyle.. senaristler arasında mahmut fazıl’ın adı yok ama film sonrası sorularda da ortaya çıktı ki fikir ve yönlendirme açısından belki de en fazla onun etkisi olmuş. “ben bu filmin yönetmeniyim” diyor, “her aşamasında izim var ama her başlığın altına ismimi yazmama gerek yok”.. mesaj gitti bi yerlere. söyledim, gereksiz yere söze başvurulmamış, karakterler sınırlı, çok hareketli bi hikayesi yok ama yine de ilgiyle izleniyor film.. gündelik hayata dair, iyi gözleme dayanan gülümseten yanlarıyla daha yakınlık hissediyorsunuz.. son not: görkem yeltan. gölge’den sonra burada da gizemli bi karakterde çok başarılı, çekici, yetenekleri geniş ve uzun süre bizimle beraber güzel yollarda yürüyecek belli..

salı akşamı başka bi türk filmi: hayatın tuzu. ilginç bi film.. hani bazen pek hoşlanmazsınız da anlamadığınız, çözemediğiniz, altında farklı anlamlar barındırdığını hissettiğiniz ya da öyle hissettiren filmler vardır. o filmler için, biraz kendinizi de koruma güdüsüyle aleni kötü demek zordur.. öyle işte. yeni filmlerine bakmak gerek murat düzgünoğlu’nun.. artısı: levent ülgen.

perşembe gündüz: zift. önceden planlamadan o günkü boşluğuma göre karar verip izlediğim bi bulgar filmi. yönetmeni javor gardev.. bi yerlerden bulun ve mutlaka izleyin. "bok miktarı arttıkça verdiği zarar azalır, tabi manevi olarak”

Hiç yorum yok: