25 Aralık 2010 Cumartesi

güzel şeyler bizim tarafta

iki satır yazmıştım, çok beğendim diye.. daha fazla yazmak da hep aklımdaydı.. ama işte tembellik… bi arkadaşıma anlatırken “tahmin et” demiştim, “adı nerden geliyor, nasıl bi durumda söylenmiş olabilir, ne anlatıyor sence?..”
e bilemedi tabii..

-dikkat oyunun içeriğine dair bilgiler var-

“güzel şeyler bizim tarafta” birkaç açından çok etkiledi beni. bi kere teknik olarak. hani anlattım: sahne bi akvaryum gibi. oyuncular bi camın arkasında. seyircinin kulağında kulaklık.. oyundaki en ufak sesi bile çok net duyuyorsunuz: kadın erkeğin saçını okşarken, kitapların sayfalarını karıştırırken ya da yere düşen bi anahtarlık…hepsi kulağınızda, sinema gibi, efektöre de ihtiyaç yok..

sonra, metin tabii ki.. hikaye hemen başlangıçta seyirciyi içine çekiyor. beraber yaşayan genç bi çift ve darmadağın bir oda... onlar yokken eve birileri girmiş. ama hiçbir şey kayıp değil. merak hep en üst seviyede. hele o fotoğraf makinesinin etrafında dönen soru işaretleri...

oyunu, temposuna bakarak iki bölüme ayırsak, berkun oya, diğer iki karakterin de ortaya çıktığı gerilimin tavan yaptığı bölümde de, sonra türbanlı kadınla ev sahibi erkeğin baş başa kaldıkları ve daha çok kadının erkeğe kendi hikayesini anlattığı dingin bölümde de kalemini muhteşem kullanıyor. sevmek, ahlak, özgürlük üzerine bi oyun ya bu.. farklı kültürden, farklı coğrafyadan iki çiftin bu kavramları nasıl gördüklerini, nasıl yaşadıklarını görüyorsunuz sahnede. ben böyle yazınca sıkıcı gibi durabilir ama hiç öyle değil, çünkü kimi zaman hayatın içinde kaçırdığınız komiklikler de burada gözünüzün önünde. bi de şu var: “güzel şeyler bizim tarafta” bu topraklardan çıkan bi hikaye ama aynı zamanda yerel sınırları çok aşan, son derece evrensel bi oyun.. bi başarısı da bu.

şimdi bu noktada oyunun en etkileyici bölümlerinden birini anlatmalıyım. bu biraz teknikle ilgili olsa da asıl, hikayeye bağlı. dekor olarak bir odanın kullanıldığını söyledim. sağ tarafta evin diğer odalarına açılan kapılar, soldaysa evin giriş kapısı var. hikayenin bi yerinde berkun oya bu gördüğümüz mekanla yetinmiyor. kadın evi terk ediyor, çıkıp gidiyor. erkek de peşinden.. artık sahnede kimse yok. ama asansörün sesi, apartman kapısının açılıp kapanması, sonra cadde, trafik, şehrin gürültüsü ve orada erkeğin kadını dönmeye ikna etmeye çalışması, kadının bi taksiye atlayıp gitmesi gözlerimizin önünde değil kulaklarımızda oynuyor. gördüğümüz sadece oda ve açık kalan giriş kapısı ki, az sonra kulaklarımızda dışarıdaki oyun devam ederken o kapıdan da başka biri giriyor… berkun oya aslında buna benzer bi şeyi “bomba”da yapıyor. orada tam tersi. oyuncular sahnede birer sandalyede oturuyor. sonra video görüntüleri de eşlik ederken oturdukları yerden oynuyorlar. biraz okuma tiyatrosu gibi.. ama kuşkusuz bambaşka, bi yenilik. yine de bu seferkinin etkisi benim için en azından o anda çok daha fazla oldu, çok heyecanlandım. bi kez daha hayran oldum.

oyunculardan söz etmeliyim. bartu küçükçağlayan.. yine süper. daha önce de yazdım. bu genç adamı daha uzun yıllar tiyatroda, sinemada izleyebilecek olmak beni çok mutlu ediyor. hep büyük keyifle.. bi de hani şu cümle sonlarındaki “yaa..”ların bu kadar yakıştığı bi oyuncu daha yok. bi röportajından alıntı yapacacağım ki her oyuncunun söylemeye cesaret edebileceği bi şey değil ve benim de tiyatroya bakışıma çok uyuyor:

“Eski oyunları sevmek artık bana, bara gidip cover grupları dinlemek gibi geliyor… Herkesin sevdiği önemli şarkıları tekrar tekrar, bazen iyi bazen kötü gruplarla dinlemek gibi... Shakespeare bugün yazıp, “Bana gel oyna” deseydi, “hayır” mı diyecektim? Tamam, bugün de karşılıklarını bulabilirsin Shakespeare oyunlarının, hayatında bir yerlere koyup onu yüceltebilirsin... Ama bana göre değil. Kendi yazdığı oyunu yöneten biri varsa karşında -Berkun Oya gibi- o zaman daha güzel oyuncu oluyorsun.”


ve öykü karayel. bi ara çok kısa görünüp gittiğini düşünürken yeniden ortaya çıkıp oyunu nasıl taşıyor öyle. bi kere tamam, diyaloglar çok iyi ama ortadaki oyunculuğa da şapka çıkartılır. şivesiyle duygusuyla çok başarılı. tülin özen ve ozan çelik’i de anmadan geçmeyeyim.

gelelim baştaki soruya. oyunun adı nereden geliyor? farklı kültürler, farklı bakışlar ve evet, bi yandakiler için “güzel şeyler bizim tarafta”.. ama bu kadar basit değil. bu metaforik cümleyi kesinlikle oyunun sonundaki o kısa öyküden ayırmamak gerek. ben oyunun süresini 70 dakika biliyordum, ama yarım saat daha uzunmuş. işe gecikiyorum sonlara doğru biraz huzursuzlandım. oyundan da kopmak istemiyorum ama nasıl bitecek, nasıl bağlayacak diye de çok merak etmeye başladım. bi yandan “yok” diyorum “güzelim oyunun sonu hayalkırıklığı olacak. anlamsız bi şekilde bitecek”.. ee yazan ben değilim tabii. sonundaki öykü çok basit, çok sıradan, hatta klişe bile diyebilirsiniz. ama o kısa öykünün bitişi, “güzel şeyler bizim tarafta”nın gelip oraya yerleşmesi muhteşem. buraya onu yazmayacağım, ama arkadaşıma şunu söyledim: bi yazar olsaydım ve sadece o bölümü yazsaydım, daha fazlasını istemezdim, ömür boyu yeterdi bana…

Hiç yorum yok: